“Ağlamak, esaretin en büyük hakkıdır. Biz o özgürlüğe sahibiz!” Samipaşazade Sezai’nin 1888’de yayınlanan Sergüzeşt adlı romanından bir alıntıdır bu cümle. Akıbetinden bihaber olan Dilber, kendisi için üzülen arkadaşı Çaresaz’a neden ağladığını sorduğunda aldığı cevap buydu. Çok küçük yaşta bir çocuğun köle olarak satılmasını bugün tahayyül bile edemiyoruz ama sadece coğrafyamızda değil tüm dünyada yaygındı bu durum. İşte Dilber de bu çocuklardan biriydi. “İnsanlık görevlerinde iki şeyi kutsal” bilen, bunlardan “birisi, yükselmesini sağlayan ticaretin aracı olarak odasında asılan kırbacı, diğeri ise evine giren zayıf yaratıkların kimsesizliği” olan insanlar tarafından satın alınmış, değeri cinsiyeti ve güzelliği ile ölçülen bir maddeydi sadece. “Yetenekli bir el tarafından güzelliğinin sınırları çizilmiş ama rengi verilmemiş bir resim gibi” olan Dilber, henüz küçük bir çocukken annesinden ayırılıp köle olarak satılmış, muhtelif evlerde çalıştırılmış ve hayatı Nil nehrinde son bulmuştu. İçinde bulunduğu durumda yegâne özgürlüğü çektiği yalnızlık ve acıları gözyaşları ile ifade emektedir.
Bir köle kıza, Dilber’e âşık olan varsıl aile çocuğu Celal, “Gönül aşka karşı hep çocuktur.” Diyordu. Hangi çocuk? Tek özgürlük alanı ağlamak ya da ağlamamak olan bir çocuk mu? Sadece gözlerine hükmü geçebilen bir çocukluk mu?
Samipaşazade Sezai, şu an üzerine titrediğimiz çocukların bir zamanlar neler yaşadığını anlatan dokunaklı bir eser bıraktı tarihe. Dilber de bize aslında tek özgürlüğünün ağlamak olmadığını ispat etti. Gerçi neydi özgürlük? Yapmak istediklerini yapabilmek mi, yoksa yapmak istemediklerini yapmamak mı? Yapabileceklerimize veya yapmak istemediklerimize sadece biz mi karar veriyoruz? Şartlarımızın kölesi değil miyiz? Celal, evin küçük beyi, o da şartlarının kölesiydi ve en az Dilber kadar acı çekti. Güya özgürdü.