Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Acıyı Unutma Takıntısı: Canı Sıkılmayan, Yanmayan, Yanılmayan ve Kaybetmeyen İnsan

Acıyı Unutma Takıntısı: Canı Sıkılmayan, Yanmayan, Yanılmayan ve Kaybetmeyen İnsan

Günümüz kapitalist ve post-modern yaşam tarzı, insanı sarsan, onu kendisiyle yüzleşmeye zorlayan, acıyı, kaybı ve yanılgıyı hatırlatan her şeyi törpüleyerek, hatta kökünden sökerek yok etmeyi hedefliyor. Bu sistem, insanın en derin varoluşsal deneyimlerini bir tür yazılım hatası gibi görüp, hızla düzeltilmesi gereken arızalar olarak kodluyor. Acı, bir varoluş sorunu değil, yönetilmesi gereken bir “hata mesajı” olarak algılanıyor. Can sıkıntısı üretkenliği sekteye uğratan bir zaman kaybı; yas, hızla atlatılması gereken gereksiz bir duraksama; hata ise, mümkünse geri sarılıp düzeltilmesi gereken bir kusur haline geliyor. Ancak insanın tüm varoluşsal gerilimlerini tüketimle aşabileceği fikri, onu daha büyük bir boşluk içinde kaybolmaya mahkûm ediyor.

Zizek’e göre kapitalizmin en büyük başarısı, insanı sürekli bir eksiklik duygusu içinde tutarak kendi kendisinin peşine düşmesini sağlamaktır. Sistem, bireye her an bir şeylerin eksik olduğunu fısıldar: Doğru ürünü satın alırsan tamamlanacaksın, doğru deneyimi yaşarsan eksikliğin giderilecek, doğru hizmete erişirsen nihayet kendini bulacaksın. Bu sürekli eksiklik hissi, yalnızca nesnelere değil, duygulara ve yaşantılara da sirayet eder. Mutsuz musun? Bir dizi aç, kaygını uyuştur. Kaybettin mi? Telafisi yeni bir alışverişte. Yanıldın mı? Bir kişisel gelişim kursuna kaydol. Her sıkıntının reçetesi hazır; her varoluşsal sancının piyasada satılan bir çözümü var. Fakat insan böylece kendini tanımayı, kayıplarını sindirmeyi, hatalarıyla yüzleşerek büyümeyi unutuyor. Tüketim, düşünme yetisini dumura uğratan bir anesteziye dönüşüyor.

Byung-Chul Han ise modern bireyin acıyla yüzleşmeyi reddedişini, bir varoluşsal savunma mekanizması olarak değil, bir ideolojik zorunluluk olarak ele almakta. Ona göre, post-modern kapitalizm insana sürekli mutlu olmayı, her şeyi olumlamayı, hiçbir negatifliği zihninde tutmamayı dikte eder. Artık mutsuzluk, kişisel bir eksiklik; can sıkıntısı, atıl kalmanın utancı; hata yapmak ise bireysel başarısızlığın kanıtı olarak görülmektedir. Han’ın “şeffaflık toplumu” olarak tanımladığı bu çağda her şey gözler önünde, her şey görünür ve ölçülebilir olmalıdır. Verimli olmayan hiçbir şeye tahammül yoktur. Dolayısıyla, melankoli, pişmanlık, özlem ve hatta yas gibi insana dair en derin duygular bile hızla aşılması gereken aksaklıklar olarak görülür. Ancak Han’ın asıl uyarısı burada devreye girer:

İnsan, olumsuz olanla yüzleşmeden kendini dönüştüremez.

Acıyı deneyimlemeden bilgeleşemez.

Kendi kırılganlığıyla hesaplaşmadan özgürleşemez.

Kapitalizmin ve post-modernizmin bu acıyı unutma takıntısı, insanın içsel derinliğini yontarak onu yüzeysel ve sürekli haz peşinde koşan bir varlığa dönüştürüyor. Bir zamanlar büyük trajediler, insanın anlam arayışının temel taşlarıydı; şimdi ise birer “içerik”e, pazarlanabilir birer nostalji unsuruna dönüşmüş durumda. Baudelaire’in melankolik sancısı, artık bir Instagram “mood”u. Yas, bireyin varoluşunu derinlemesine sorgulamasına yol açan bir süreç değil, hızla atlatılması gereken bir üretkenlik kesintisi. “Üzülme, hayata devam et, kendini şımart, alışveriş yap, seyahate çık, bir şeyler iç” söylemi, insanın en insani olan eksiklik duygusuyla yüzleşmesini engelleyen bir modern mantra olarak tekrarlanıyor.

Oysa can sıkıntısı, kayıp ve hata, insanı insan yapan temel varoluşsal deneyimlerdir:

Kierkegaard, can sıkıntısını düşüncenin rahmi olarak tanımlar.

Nietzsche için hata, insanın kendini yeniden yaratmasının olmazsa olmaz koşuludur.

Derrida, eksikliği tamamlanmamışlığın değil, sonsuz bir oluş sürecinin işareti olarak görür.

Ancak modern kapitalizm, insana tatminin sürekli elinin altında olduğu yanılsamasını sunarak, onun varoluşsal sorgulama alanını daraltır. Eksikliğini hissetmeyen insan düşünmez, kaybetmeyen insan özlemez, yanılmayan insan yeni yollar aramaz. Ve böylece insan, sistemin dişlileri arasında, kendi ruhunu kaybeden bir makineye dönüşür.

Bugünün dünyasında mutsuzluk bir hastalık gibi görülüyor. Oysa mutsuzluk, bastırılması gereken bir anormallik değil, dönüşümün kıvılcımıdır.

Yas, bir kaybın ağırlığını hissetmek değil midir?

Can sıkıntısı, insanın varoluşsal boşluğuyla yüzleşmesini sağlayan bir ayna değil midir?

Hata yapmak, sınırlarımızı keşfetmemizi sağlayan bir öğrenme süreci değil midir?

Ancak modern sistem tüm bunları hızla çözülmesi gereken “problemler” olarak kodluyor. Oysa bu anlayış, insanı sığlaştırmaktan ve gerçek özgürlükten koparmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kapitalist toplum, acıyı yok etmeye değil, ona yeni anlamlar yüklemeye odaklanmalı. Belki de en büyük devrim, mutsuzlukla yaşamayı, kayıplarla baş etmeyi ve hatalarımızdan büyümeyi öğrenmek olacaktır. Çünkü ancak bu deneyimler insanı tüketici olmaktan çıkarıp, gerçekten düşünen, hisseden ve dönüşen bir varlık haline getirebilir.

Ancak post-modern kapitalizm, insanı öldürmeyecek kadar güçlü ama asla gerçekten güçlenmeyecek kadar kırılgan bırakmayı hedefler. Sistem, bireyin eksiklikleriyle yüzleşerek onlardan bir anlam çıkarmasını istemez. Çünkü düşünmek, sorgulamak, varoluşsal boşluğa gözlerini dikmek ve ona yeni bir anlam yüklemek, tüketim çarkını durdurabilir.

İnsanların gerçekten tatmin olduğu bir dünyada, sürekli arzu üreten piyasa neyle işleyecek?

Peki, bu kısır döngüyü kırmak mümkün mü? Belki de felsefe tam da burada devreye girmeli. Felsefe, insanın kendisiyle hesaplaşmasını, iç dünyasına derinlemesine bakmasını ve eksikliği anlamlandırmasını teşvik eden bir disiplindir. Ancak bugün felsefenin yerine, popüler psikoloji kitapları ve yüzeysel mutluluk reçeteleri geçti. “Pozitif düşün, mutlu ol, her şeyin iyi yanını gör” “ormanda ağaç dallarını yere vur, vururken avazın çıktığı kadar bağır ve para vererek öfkenden kurtul” gibi ifadeler, bireye gerçek bir dönüşüm yerine, geçici bir tatmin sunuyor. Oysa gerçek özgürleşme, eksiklikle barışmayı, kayıpla yaşamayı, hatadan öğrenmeyi ve can sıkıntısının dönüştürücü gücünü fark etmeyi gerektirir.

Düşünmeye cesaret etmek, durmaya cesaret etmek, eksiklikle barışmaya cesaret etmek… Günümüz dünyasında bunlar artık radikal eylemler haline geldi. Çünkü durmak, sorgulamak, eksiklikle yüzleşmek, tüketim çarkının durmasına neden olabilir. Sistem insanı sürekli hareket halinde, sürekli meşgul ve sürekli arzu nesnesinin peşinde tutmalı ki, onun içindeki derin boşluk hiçbir zaman gerçekten fark edilmesin.

Ancak belki de en büyük özgürlük, mutsuz olmaya cesaret etmektir.

Güncellenme Tarihi
  • 16 Mart 2025, 01:32
Yazının Adı
Acıyı Unutma Takıntısı: Canı Sıkılmayan, Yanmayan, Yanılmayan ve Kaybetmeyen İnsan


Önceki
Terziler