İnsan, kendini hikâyelerle anlar, yaşar ve hatırlar.
Mitoloji deyip geçmemek lazım.
Bir varmış bir yokmuş değil hep varmış ve olacak.
Ne zaman bir çocuk gecenin karanlığında ışığı ararsa, orada Prometheus vardır. Ne zaman bir anne, evladını bir felaketten kurtarmak için tanrıya yalvarırsa, Demeter’in izlerini taşır. Ve ne zaman bir adam, kim olduğunu unutup yalnızca güçlü olmak isterse, Ikarus’un kanatlarını yeniden takınır.
Mitler yalnızca anlatılar değil, insan ruhunun kendine yazdığı notlardır. Onlar, unutulmuş ama kaybolmamış hafızalardır. Her bir mit, içimizde binlerce yıl boyunca yankılanan bir sorunun cevabı değildir—sadece o sorunun neden var olduğunu fısıldayan kadim bir sestir.
Mitoloji, insanın kendi kendine söylediği en eski masaldır. Ama bu masallar çocuklara değil, yetişkinliğin ağırlığını taşıyanlara anlatılır. Çünkü mit, neyi isteyip neyi reddettiğimizi, ne için savaşmaya ve neye boyun eğmeye razı olduğumuzu, neyin uğruna yandığımızı ve neyden kaçtığımızı ifşa eder. Bir toplumun hangi tanrıya dua ettiği değil, hangi tanrıyı kıskandığı önemlidir. Zira orada, o gölgede, insanın çıplak arzusu saklıdır.
Mitler bu nedenle sadece "bir zamanlar"da değil, her zaman ve her yerde yaşar. Kimi zaman bir yalanın ardındaki utançta, kimi zaman bir kahkahadaki bastırılmış acıda, kimi zaman bir isyanda, bir sevgide, bir düşte… Çünkü insan, olimpos tanrılarıyla konuşmayı çoktan unutmuş olabilir; ama hâlâ onların dilinde rüya görür.
Peki nedir bu mit denen şey?
Bir açıklama mı, bir teselli mi, bir düzen mi? Belki de mit, bilginin en eski hali değil, bilgeliğin en ilk sesi. Çünkü mit, açıklamak için değil, göstermek için var. Zeus’un yıldırımı bir meteorolojik olguyu değil; öfkenin ilahi gücünü anlatır. Persephone’un yeraltına inişi, sadece mevsim döngüsünü değil, melankolinin ritmini anlatır. Ve Narcissus’un kendi yansımasında boğulması, suyun değil, benliğin derinliğinde kaybolmaktır.
Mit, kavramlarla değil, imgelerle konuşur. Bu yüzden bir mit anlatıldığında değil; hissedildiğinde anlaşılır.
Ve insanın en büyük ihtiyacı, anlamaya değil, hissetmeye yöneliktir.
Bir çocuk, neden Orpheus’un sevgilisini ölümden döndürmek isterken arkasına döndüğünü sorduğunda, cevap verilmez. Çünkü o çocuk, aslında yalnızca bir efsaneyi değil, kayıp karşısındaki çaresizliği merak etmektedir. Her Orpheus, bir kaybın önünde beklemekte ve her insan, bir noktada arkasına dönmektedir. Çünkü sabırla sınanır sevgi ve sevgi çoğu zaman, sabrın sınırını aşar.
İşte mitler burada devreye girer: tarihsel değil, varoluşsaldırlar.
Ve her mit, bir duygunun yoğunlaşmış halidir. Aşk, öfke, kıskançlık, korku, utanç, umut… Mitoloji, duyguların zamandan arınmış halidir. Bu yüzden mitos okumak, psikolojiye inmek kadar derin, felsefeye tırmanmak kadar yüksek bir yolculuktur. Ama yönü yoktur. Mitler, insanın içindeki mağarayı dağdan ayırmaz. Yukarıda olan aşağıda da olur. İçimizde olan, evrende de olur.
Mitler tanrıları anlatmaz, bizim tanrılara ne yüklediğimizi anlatır.
Hera'nın kıskançlığı, yalnızca evlilik kurumu değil, bir ilişkinin parçalanma korkusudur. Dionysos'un sarhoşluğu, yalnızca şarap değil, bilinç kaybının verdiği özgürlük ve aynı zamanda çöküş arzusudur. Hermes’in çaldığı lir, yalnızca müzik değil, hayatı kurnazlıkla manipüle etme becerisidir. Bu figürler, tarihten değil, içimizden doğar. Onlara tapmayız; onlarla yüzleşiriz.
Bu yüzden mitoloji okumak, dışarıya değil, içeriye bakmaktır.
Gılgamış'la birlikte ölümsüzlüğü aramak, kendi öleceğini kabullenemeyen yanımızla karşılaşmaktır. Sisifos’un taşı, yalnızca bir ceza değil, her sabah yeniden uyanmak zorunda kalan modern insanın yaşam döngüsüdür. Ve Oidipus’un körleşmesi, sadece bir lanet değil, bilgi arzusunun kendini tüketmesidir.
İnsan tanrı olmak ister, ama sonunda kendi oyununa düşer.
Mitler bize bunu hatırlatır: Her büyük arzu, bir bedel taşır. Ateşi çalan Prometheus zincire vurulur. Işıkla dolan Ikarus, güneşe fazla yaklaşınca düşer. Güzelliğiyle tanrıları kıskandıran Echo, kendi sesine hapsolur. Çünkü insan, ölçüsüz olduğunda cezalandırılmaz; ölçüsüzlüğü kendini cezalandırır. Mitler, bu yasayı sembollerle anlatır.
Peki bu semboller hâlâ çalışıyor mu?
Evet. Çünkü biz hâlâ Medusa’nın bakışından korkuyoruz. Sosyal medyada gözlerimizin içine bakan bir görüntü bile bizi taşa çevirebiliyor. Hâlâ Pandora’nın kutusunu açmak istiyoruz; yeni teknolojiler, yapay zekâlar, sonsuz verilerle… Ve hâlâ Eros’un oku kalbimizi karanlıkta buluyor, biz onu görmesek bile.
Modern insan, mitlerden kaçtığını sanır. Oysa sadece onların biçim değiştirdiği bir dünyada yaşar.
Artık tapınılan tanrılar Olimpos'ta değil, algoritmalarda yaşıyor olabilir. Ama duygularımız hâlâ Dionysos kadar coşkulu, Athena kadar hesaplı, Hades kadar karanlık, Afrodit kadar çırılçıplak. Ve içimizde hâlâ Hecuba’nın çığlığı, Antigone’nin direnişi, Odysseus’un eve dönüş arzusu var.
Bu yüzden mitos okumak, insanın yalnızca geçmişini değil; şimdi’sini de anlamaktır. Hatta daha derin bir biçimde: kendini düşleyen varlığın kendisini yeniden yazma cesaretidir.
Ve belki de en eski mit şudur:
İnsan, hikâyesini unuttuğu anda, tanrı onu bir hayvana çevirir.
Tıpkı Hecuba gibi.
Ama hikâyeni hatırladığında, anlatmaya başladığında, o zaman insan olursun. Ve o zaman, yalnızca hayatta kalmazsın—anlam içinde yaşarsın.
Meramıma geleyim: İnsanın hikayesi duygusudur, duygular olmaksızın hikaye olmaz.
Bugün sizleri modern felsefenin beni en etkileyen isimlerinden biriyle tanıştırmak isterim: mitolojiden besleyerek geliştirdiği sezgisel ahlak anlayışıyla Martha Nussbaum. Adını duymuş/duymamış olabilirsiniz ama onun yazdıkları, hayatlarımızın çoğu zaman göz ardı ettiğimiz bir noktasına ışık tutuyor: duygularımız. Modern dünyada hepimiz duyguları bastırmak, kontrol etmek, akıl ile hareket etmek gerektiğine inanıyoruz. Peki ya bu bakış açısı, gerçek insanlığımızı nasıl etkiliyor? Nussbaum'un bu soruya verdiği cevap çok net: Duygular insan olmanın yüreği, eti, kemiğidir. Onlarsız akıl eksik, etik kısır kalır.
Antik Stoacılar (Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius…), duyguların denetlenmesi gereken irrasyonel tepkiler olduğuna inanıyordu. Onlara göre, insanın mutluluğu, dış dünyadaki olaylara verdiği tepkileri kontrol etmesinden geçerdi. Trafikte biri seni sıkıştırdığında öfkeye kapılma, hissettiğin kırgınlığı bastır, her şeyi "dışarıdan gelen bir şey" olarak kabullen ve ıstıraba diren. Ama Nussbaum'a göre bu kadim tavsiye eksik ve hatta tehlikeli. Zira duygularımız salt tepkiler değil, aynı zamanda değer yargılarımızın, önceliklerimizin ve bağlılıklarımızın yansımasıdır. Bir duygunun ortaya çıkması, o olayın hayatımızda bir anlamı olduğunu gösterir. Bir çocuğun annesinin başkasıyla ilgilenmesine kıskançlıkla tepki vermesi, onun sadece "narsist" olduğunu değil, aynı zamanda ilk defa "ben merkezliliğin" dışında bir dünyanın olduğunu idrak ettiğini de gösterir. Bu duygu, ahlaki gelişimin bir adımıdır.
Stoacılar, mesela şefkati zayıflatıcı bir duygu olarak görmüş; yardım edilen kişinin bütünlüğünü, öz yeterliliğini tehlikeye atabileceğini savunmuşlar. Kant, şefkati evrensel yasa üretmek için fazla öznel bulmuş; Nietzsche ise şefkatin çoğu zaman gizli bir kinle iç içe geçtiğini öne sürmüş. Nussbaum ise şefkati ne bir yüce erdem ne de mutlak bir çözüm olarak sunmakta. Onun için şefkat, ahlaki hayatın merkezine konulabilecek bir “rehber duygu.” Çünkü şefkat, kişinin yalnızca kendi çevresiyle değil, tanımadığı insanlarla da bağ kurabilmesini, ahlaki ufkunu genişletmesini sağlar. Şefkat, yalnızca bireysel bir duygu değil, aynı zamanda sosyal politikanın da yol göstericisi olabilir. Bir başkasının acısı karşısında hissettiğimiz acı sadece empati değil, toplumsal adalet duygusunun çekirdeğidir. Nussbaum'un tanımıyla "acıma" (compassion), başkasının suçsuzluğuyla orantılı, etik bir kederdir. Bu duygu, yeni bir toplumsal hak arayışının, yeni bir politik anlayışın doğuş yeridir.
Nussbaum'un "yeni-stoacılık" adını verdiği yaklaşım, Stoacılığın duygulara dair felsefesini reddetmez; tersine onu geliştirir. Gelişimsel psikoloji, psikanaliz, hatta bizzat bireysel yaşantımız gösteriyor ki duygularımız, kişisel geçmişimizin izlerini taşır ve bunlar hiç de irrasyonel değil. Peki politik düzeyde ne yapacağız? Bugün dünyada sosyal sözleşme kuramları, sağlıklı, rasyonel ve üretken bireyleri varsayarak toplumsal yapılar kuruyor. Ama ya doğarken engelli olanlar? Ya yaşlılar, hastalar, yoksullar? Onlar bu "ideal birey" tanımının neresinde? Nussbaum'un "Yetenekler Yaklaşımı" tam da bu soruya cevap veriyor. Ona göre adalet, herkese eşit davranmak değil; herkese gelişmesi için gerekli zemini sağlamaktır. Bir kaldırım rampası olmayan bir banka girişi, tekerlekli sandalyedeki bir vatandaş için adaletin olmadığının kanıtıdır.
Ve mitolojiye, Hecuba'ya tekrar gelelim. Eski Yunan tragedya kahramanı, o trajik anne... Arkadaşı tarafından ihanete uğradığını ve oğlunun öldürüldüğünü öğrendiği anda, Hecuba sadece bir insanı kaybetmedi. Aynı zamanda dünyaya duyduğu güveni, ahlaki yapısını ve insanlığını da kaybetti. İntikamı seçti ve tanrılar onu bir köpeğe dönüştürdü. Nussbaum'a göre bu dönüşüm, insanlıktan çekilmenin metaforudur. "İyi bir insan olmak, seni mahvedebilecek şeylere karşı açık olmak demektir," der Nussbaum. Ve ekler: "Bu, senin suçun olmasa bile başına gelebilecek şeylerin seni yıkabilme olasılığını kabul etmektir."
Modern dünyanın duyguları bastıran, stoacılığı slogan haline getiren tavrına karşı, Nussbaum bize şöyle diyor: "Duygular birer zaaftan çok daha fazlasıdır; onlar ahlakın dili, adaletin sezgisi ve insanlığın köprüsüdür." Yani belki de çıkış, duyguların inkârından değil, tam aksine onlarla kurduğumuz samimi dostluktan geçiyor.
Hangi duygularımız bastırılmış durumda?
Bu bastırma hangi politik yapılara hizmet ediyor?
Hangi ihtiyaçlar tanınmadığı için görmezden geliniyor?
Hangi bedeller ödeniyor sessizce?
Özetle çoğumuza zerk edilen acıyı unutmak, sabretmek, duyguları denetlemek, sükûnet içinde kalmak... Duyguları yok saymak, her şeyi “akıl” ile açıklamak, stoacı bir soğukkanlılık kisvesi altında duyarsızlaşmayı getirir (bu arada sabretmek kelimesinde yaşanan anlam kaymasına, unutkanlığa özellikle dikkat etmenizi isterim; sabır durağanlık, pasiflik, biat, itaat ve kadercilik, uyuşukluk değil aksine bilinçli bir direnç, anlamlı bir moral duruş, aktiflik içerir, o yerinde direnmek, anlamlı beklemek, zamanını geldiğinde harekete geçmektir). Martha Nussbaum’un vurguladığı gibi, bu unutkanlık bir bilgelik değil, bir ahlaki düzleştirme yaratır. Duygular olmadan değer biçmek, hak aramak, adalet istemek mümkün değildir. Çünkü adaletin ilk işareti bazen bir rahatsızlık hissidir—ve her devrim önce bir huzursuzlukla başlar.