Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Anlamı “Dikkat”le Aramak

Anlamı “Dikkat”le Aramak

Anlam nedir? Anlam nasıl doğar? Daha da çetin olan: Anlamsızlık nedir ve neden bu kadar cazip olabilir? İnsanlık tarihi boyunca yazılmış tüm kutsal kitaplar, felsefi sistemler, ideolojik manifestolar bir bakıma bu sorunun etrafında dönüp durur: Yaşam ne içindir ve biz neye göre yaşayacağız?

Bazı insanlar düşünür. Bazı insanlar yaşar. Ama çok azı, düşünmeyi yaşamaya dönüştürür. Simone Weil, bu azınlığın içinden gelen bir isim değil, onun bizzat kendisidir. Weil’i anlamak için onu “düşünen bir filozof” olarak değil, “yaşayan bir düşünce” olarak kavramak gerekir. Onun hayatı, felsefi teorilerin kalemle değil, bedenle, açlıkla, yoksullukla ve nihayet ölümle yazılabileceğini gösterir. Anlamı yalnızca akılda değil, eylemde arayan bu filozof, felsefeye bir soruyla değil, bir tutumla yaklaşır: Dikkatle yaşamak.

Ama “anlam” nedir? Ve neden bu kadar önemlidir? Bu sorunun etrafında dönen pek çok filozof gibi, Weil de çağdaşları olan Emil Cioran ve Simone de Beauvoir ile bu meselede farklı yönlere savrulmuştur.

Emil Cioran, 20. yüzyılın en karamsar filozoflarından biri olarak, bu soruya cevap verme girişimlerini içten bir kahkahayla karşılayanlardan. Ona göre, evrende keşfedilmeyi bekleyen hiçbir “anlam” yoktur. İnsan, anlamsızlığın içine doğar ve ardından umutsuzca bir anlam arayışına girişir-ama bulamaz. Bu trajikomik durumu Cioran, “varoluşun gülünç felaketi” olarak tanımlar. Ve evet, kimi zaman haklıdır: İnsanlık, kendine anlamsızlığı bile anlamlı kılacak kadar çılgın bir yaratıktır.

Cioran için anlam, kozmosun sessizliğinde yankılanan bir hayalettir. Evrenin mutlak bir boşluk olduğunu kabul eden bu Rumen filozof, insanın anlam arayışını trajikomik bir çırpınış olarak görür. Doğarız ve kısa bir zaman içinde anlarız ki, her şey belki de boştur. Ne Tanrı ne doğa ne de tarih bize bir amaç fısıldar. Bu durumda geriye yalnızca “entellektüel dürüstlük” kalır: Kendini kandırmamak, yalan anlamlara sarılmamak.

Simone de Beauvoir ise, anlamın doğuştan verilmediğini, ama inşa edilebileceğini savunur. İnsanın varoluşuna neden bulmak, kendisini bir projeye dönüştürmekle mümkündür. Anlam, özgürlükle, seçmekle, değer yaratmakla şekillenir. Onun meşhur cevabı da tam burada durur: “Mesele insanları mutlu etmek değil; onların varoluşuna bir neden bulmaktır.”

De Beauvoir’ın “muğlaklık etiği” dediği şey, insanın hem özne hem de nesne oluşunun getirdiği ikili yapıda saklıdır. Bir yandan dünyayı etkileyen, seçimler yapan, eyleyen bir varlığız. Öte yandan tarih, toplum, biyoloji ve fizik yasaları tarafından biçimlendirilen edilgin bir maddeyiz. İşte bu gerilim, yani özne ve nesne olmanın çakıştığı bu çelişkili alan, anlamın üretilebileceği tek zemindir.

Bugün, özellikle dijital çağda, iki yöne savruluyoruz: Ya sonsuz içerik akışı içinde her şeyin “boş” olduğu bir yaşam tarzına tutunarak Cioran’vari bir anlamsızlıkta debeleniyor; ya da kişisel gelişim furyalarının sunduğu yapay öznelik anlatılarıyla “her şeyin senin elinde” masalına sarılıyoruz. Ama her iki yaklaşım da insanı yarım bırakıyor. Çünkü insan, yalnızca bir özne ya da sadece bir nesne değil. Her zaman ikisidir -ve bu ikiliğin gerilimi, anlamın tek gerçek kaynağıdır. Anlam, insanın en derin ihtiyacıdır. Ve bu ihtiyaç, yalnızca mutlak hakikatlerin değil, yaratıcı sorumluluğun da doğum yeridir. 

Bu düşüncelerin arasında Simone Weil’in ortaya koyduğu pozisyon, hem Cioran’ın umutsuzluğundan hem de Beauvoir’ın projeciliğinden ayrılır. Weil’e göre anlam, ne evrensel bir yasa ne de bireysel bir tasarımdır. Anlam, dikkatle yaşanır. O, hazır bulunan bir içerik değil, hakikatin içimize sızmasına izin verecek bir boşluk, bir açıklıktır.

Weil, dikkati bir eylem değil, bir yönelim olarak görür. Dikkat, zihinsel bir keskinlik değil, ruhsal bir suskunluktur. O, dünyaya yöneltilmiş istekli bir boşluk, arzuların geri çekildiği bir bekleyiş halidir. “Düşünce boş olmalı, beklemeli, hiçbir şey aramamalı, ama nesnenin çıplak hakikatiyle içimize girmeye hazır olmalıdır,” diye yazar. Bu tanım, düşünceyi sonuçlara ulaşmak için yapılan bir işlem olmaktan çıkarır, bir karşılaşma alanına dönüştürür. Dikkat, bilmeye değil, görmeye yöneliktir. Ve görmek, onun felsefesinde en yüksek ahlaki edimdir.

Simone Weil için dikkat, yalnızca bireysel farkındalık için değil, toplumsal sorumluluk için de elzemdir. İnsanların birbirine körleştiği bir dünyada, bir tek dikkatli bakış, bir hayatı dönüştürebilir. Weil’in metaforlarından biri bir hendekte yatan yaralı bir insandır. Pek çok kişi ya onu hiç görmez, ya da görüp geçer. Ama biri, yalnızca biri, gerçekten görürse, bu dikkat, yaralı kişinin iç dünyasında bir vaftize dönüşebilir. Ona insan olduğunu, görüldüğünü, değerli olduğunu hatırlatabilir.

Weil, bu dikkati teorize etmekle yetinmedi; onu yaşadı. Yüksek notlarla mezun olduğu elit okuldan sonra, rahat bir akademik kariyer yoluna girmedi. Öğretmenlik yaptı ama sınıfın içinde değil, yaşamın içinde öğrenci olmayı seçti. Fabrika işçisi oldu, cepheye katıldı, direnişçilere yoldaşları kadar yemek yedi. Açlıktan öldü ama hiçbir zaman başkasının acısına kayıtsız kalmadı: Bir gün, Çin’deki büyük kıtlık üzerine konuşurlarken Weil, açlığa karşı devrimci bir müdahale gerektiğini söyler. De Beauvoir ise şu yanıtı verir: “Mesele insanları mutlu etmek değil; onların varoluşuna bir neden bulmaktır.” Weil’in yanıtı çarpıcıdır: “Senin hiç aç kalmadığın belli.”

Bu noktada, dikkatle yaşamanın Weil’in hayatında nasıl bir anlam ürettiğini görmek gerekir. Onun dikkat etiği, bir mindfulness tekniği değil, bir yaşam biçimidir. Weil’e göre anlam yaratılmaz, çağrılmaz, inşa edilmez. Anlam, yalnızca dikkatle içeri alınabilir. Anlamın kaynağı evrenin dışından değil, ötekinin yüzündedir. Ve o yüz, ancak dikkatle görülebilir.

Weil’in düşünmekle ilgili beni etkileyen en önemli sözlerinden biri şöyledir:  
“Düşüncemiz, zaten formüle edilmiş her düşünceye, dağın zirvesinde duran bir adamın, aşağıdaki vadilere bakmadan onları hissedişi gibi olmalıdır. Düşünce boş olmalı, beklemeli, hiçbir şey aramamalı ama nesnenin çıplak hakikatiyle içimize girmeye hazır olmalıdır.” Bu anlayışın ardında yatan ontolojik temel, Weil’in insanı hem acı çeken hem de acıyı görebilen bir varlık olarak konumlandırmasından gelir. Acı, onun düşüncesinde yalnızca bir eksiklik değil, hakikatin bir görünümüdür. Ve dikkat, acının hakikatini taşımak için gerekli olan manevi açıklığı sağlar.

Burada Weil’in “ızdırap” (affliction) kavramına geliyoruz. Ona göre çağdaş insanın en temel sorunu, ruhsal bir ızdırap halidir. İnsan, kendi emeğine, varlığına ve topluma yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma, sadece ekonomik değil, ontolojik bir yıkımdır. Weil, bu durumu modern insanın düşünce yetisini, dikkatini, yani anlamla olan bağını yitirmesiyle açıklar. Affliction, insanın bir nesneye, bir üretim aracına, bir fonksiyona indirgenmesidir. Ve bu indirgenme, ancak dikkatle aşılabilir.

Peki neden dikkat? Çünkü dikkat, insanı yeniden “özne” kılar. Dikkat, dünyaya “ben buradayım” demek değil, “sen oradasın” diyebilmektir. Weil’in bakışında anlam, bu ikinci cümlede doğar. Anlam, kendini gerçekleştirme çabasında değil, ötekini görebilme yetisinde ortaya çıkar. Bu yüzden Simone Weil, anlamın en yüksek tezahürünü, başkasının acısına açık olabilmekte bulur.

Burada tekrar Cioran’a dönelim. Onun için anlam yoktur; evren sessizdir. Weil ise, bu sessizlikte bir şarkı duyar. Ama bu şarkı, yalnızca kalbin derin sessizliğinde, dikkatle duyulabilir. Cioran, acının içinden mizah üretir; Weil ise ibadet. Cioran, insanın anlam arayışını evrensel bir yanılgı olarak görür; Weil, bu arayışı insan olmanın özü olarak görür. Ve belki de haklıdır: Belki de anlam, evrende değil ama kalpte saklıdır.

Beauvoir’ın gözünde, özgürlük ve projelerle kurulan anlam, öznellik üzerinden yükselir. Ama Weil, özneliği bir başlangıç noktası değil, bir engel olarak görür. Ona göre anlam, ancak benliğin geri çekilmesiyle doğar. Tıpkı bakışın, nesneye değil, nesnenin kendini göstermesine izin vermesi gibi, anlam da eylemle değil, açıklıkla gelir. Ve bu açıklık, bir tür kendini unutmaktır.

Simone Weil’in kısacık ama derin hayatı, bize şunu öğretir: Anlam, süslü kelimelerde, ideolojilerde, manifestolarda değil; bir ekmeği paylaşan elde, bir göz temasında, bir acının sessizliğinde bulunur. O, “hakikatin zorla ele geçirilmediğini, ancak davet edildiğinde geldiğini” hatırlatır. Ve hakikat, ancak dikkatle çağrılır.  O kısacık hayatında öğrencilik yıllarında öğretmenlik yapmaya başladı, ardından kendi elleriyle işçiliği deneyimlemek için fabrika işçisi oldu. İspanya İç Savaşı’nda, gözleri bozuk olmasına rağmen cepheye katıldı. Fransa direnişindeki yoldaşları ne kadar yemek yiyorsa, o da yalnızca o kadar yedi. Sonunda, bedeninin reddettiği bir dünyada, açlıktan öldü -ama ruhu hiçbir zaman başkasının acısına kayıtsız kalmadı...

Bugün felsefe çoğu zaman soyut bir oyun, entelektüel bir satranç tahtasıdır. Ama Simone Weil’in yaşamı göstermektedir ki, gerçek felsefe, masa başında değil, dünyanın kanayan yerlerinde yapılır. Hakikat, yazılardan değil, tanıklıklardan geçer. Dikkatle yaşamak, belki de bugün hepimizin en fazla ihtiyaç duyduğu şeydir: bir başkasına, sessizce ve önkoşulsuzca yönelmek.

Ve o nedenle belki de en önemli soru anlam nedir değil görmek, ne  demektir?

Belki de hayat, Weil’in dikkatle bakan gözlerinden geçmedikçe gerçekten başlamaz. Çünkü o gözler, anlamın hakikatle buluştuğu nadir anları görmüştür. Ve bu buluşmaların hepsi, sessizlikle ve sevgiyle sarılmış bir dikkatle mümkün olmuştur.

Güncellenme Tarihi
  • 20 Temmuz 2025, 10:05
Yazının Adı
Anlamı “Dikkat”le Aramak