İngiltere’deki öğrencilik dönemimde komşularımın arasında yaşlı bir hanım vardı. Genellikle asık suratlıydı. Oldukça mutsuz olduğu her halinden belliydi. Küçük bir köpeği vardı. Onunla yaşar ve her yere onunla giderdi. Her gördüğümde selam verirdim. Lakin selamıma karşılık verirken çok isteksiz olduğunu hissettirirdi. Bir gün yine kapı önünde karşılaştık. Bu sefer o selam verdi. Mutlu görünüyordu. Halimi hatırımı sordu. Şaşırdım ve kendimi tutamayıp bugün enerjik göründüğünü, bu durumun sebebinin ne olduğunu sordum.
“Torunum anneler günümü kutlamak için tebrik kartı göndermiş,” dedi. Yine şaşırdım. Hem anneler gününe daha vardı hem de komşumun bir çocuğu, hatta bir torunu olduğunu bilmiyordum. Yaklaşık bir yıldır komşuyduk fakat yanında kimseyi görmemiştim. Torununun nerede yaşadığını sorduğumda aldığım cevap beni hepten afallattı. Aynı şehirde oturuyordu. Oğlunu, gelinini ve torununu uzun zamandır görmediğini anlattı. Çok meşgullermiş. Vakit bulup onu ziyaret edemiyorlarmış. Uzun bir zaman sonra torunundan kart gelince çocuklar gibi sevinmiş.
Ne söyleyeceğimi şaşırdım. İçim acıdı, onun adına üzüldüm. Mutsuzluğunun sebebini anladığımı düşündüm. Sonrasında derslikte İngiliz arkadaşlarımla konuşurken olayı anlattım. Bana, benzeri durumların ülkelerinde yaygınlaşmaya başladığını söylediler. Çocukların anneleri ya da babalarıyla bir sorun yaşadıkları için değil, modern yaşamın sonucu olarak bu durumun ortaya çıktığını açıkladılar. Kimisi para kazanmak ya da kariyer için, kimisi bağımsız yaşam kültürü nedeniyle, kimisi de yeni çekirdek ailelerin içinde ebeveynlerin ikinci plana atılması sebebiyle anne ve babalarla iletişimlerinin azalmaya başladığını anlattılar.
Geçtiğimiz günlerde annem eski bir komşumuz ile ilgili benzer bir olayı aktardı. Tam otuz yıl önce yaşadığım yukarıdaki vaka aklıma geldi. Bir an ürperdim. Düşününce gerçekten benzeri hikâyelerin ülkemizde de arttığını fark ettim. Galiba popüler kültür sayesinde biz de batılı toplumların aile ile ilgili yaşadığı sorunları tecrübe etmeye başladık. Hâlbuki bizim kültürümüzde annenin çok önemli bir yeri vardı ve bizler için kutsaldı.
Öte yandan kendisine bu davranış reva görülen yaşlı hanım komşum o sohbetimizde oğluna toz kondurmamıştı. Oğlunun ne kadar akıllı, yakışıklı ve başarılı olduğunu anlatmıştı. Bunları anlatırken gözlerinin içi gülüyordu. Oğlu onu hayatının dışına itmiş ama o oğlunu kalbinin derinliklerinde sevmeye ve korumaya devam ediyordu. Tam bir anne şefkati örneği! Bu şefkatin içinde fedakârlık ve karşılıksız sevgi vardı. Sonunda acı bir yalnızlık olsa da beklenti yoktu.
Galiba karşılıksız sevme ve sabırla bekleme annelerimizin dünyalarının gerçekleri arasında yer alıyor. Belki de bunu başarabildikleri için anne oluyorlar. Anne-evlat ilişkisi içinde onların hissesine bunlar düşüyor. Peki, evlatların hissesine düşenler neler? Bu sonsuz konfor alanında annelerimizin sevgilerini sömürmek mi?
Evlatlar, annelerinin sevgisini ve fedakârlığını sıklıkla doğal bir hak olarak kabul ediyorlar. Oysaki annelerimizin de bir kalbi olduğunu ve kırılabileceklerini unutmamalıyız. Hayatın doğal akışı içerisinde onları kaybedebileceğimizi ve bu sevgiden mahrum kalabileceğimizi anımsamalıyız. Dolayısıyla bir annenin sabırla büyütme ve özveriyle sevme halinin sürekli bir minnettarlık ve saygıyla taçlandırılması gerektiğini aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Onlara gönülden teşekkür etmeli ve davranışlarımızla bunu göstermeliyiz. Dönüp geriye baktığımda kendime sormadan edemiyorum. Acaba yaşlı komşumun oğlu muhtemelen vefat eden annesinin ardından neler hissetmiştir? Anne sevgisinin oluşturacağı boşluğu nasıl doldurmuştur ya da doldurabilmiş midir?
Umarım anne ve evlat ilişkilerinin giderek değersizleştiği günümüz dünyasında annelerimizi yalnızlığa mahkûm etmeyiz. En önemlisi de onların sevgisinden mahrum kalmayız.