Prizren
Kosova Cumhuriyeti farklı olduğunu hemen sınır kapısında bize fark ettirdi. Balkan ülkeleri bilhassa Sırplar ve Yunanlılar o şerefli mücadeleyi kabul etmemiş ve bir bağımsız Cumhuriyet olarak onu tanımamışlardı.
Bilhassa Sırpların despotik mücadelesi adı altında batının vahşi yüzü bir kez daha burada bizi karşıladı. Bütün Balkanları kendi korunmaları için bir tampon bölge veya ilk hisar olarak kullanan Avrupalılar son Balkan kargaşasının da en dessas inşacısı olarak gerçek yüzlerini göstermişlerdi.
İşte masum ve mazlum Kosova! Sınırda bağımsızlığın haklı gururunu yaşayarak bizim yeniden evrak düzenlememizi söylediler. Pasaportumuza bakınca ilk defa safi ve samimi sevinci bize yaşatan bu kardeşlerimizdi. Onlar bizden hiçbir şey istemeyerek yolumuzun Prizren’e ulaşmasını güzel Türkçeleriyle söyleyen kardeşlerimizdi. Çok duygulanmıştık. Günlerdir ilk defa tam bir ecdat mirasının canlı tanıklarıyla karşılaşmanın heyecanını yaşıyorduk.
Sade, saf ve samimi Müslümanların şehrine girdik ve önce Cuma Camisi’ne gittik. Sonra Saat kulesine çıktık. Bütün Prizren kentini oradan seyrettik.
Sonra Sarayova köftecisinde gezimizin en güzel köftesini yedik.
Ardından Sinan Paşa Camisi’ne doğru yollandık. Bu caminin önündeki sebil suyu doyulmaz bir tattaydı. Etrafı ise her çeşit insanlardan oluşan bir cümbüşün kakofonisini andırır gibiydi.
Kalabalıklar her tür toplulukla dolu garip neşidelerle canlı ama şehrin şehadet ruhuna aykırı hallerle sermestti.
Bir anda burasını Balkanların başkenti gibi gördük. Çünkü bütün yıkımlara ve son savaşın tahribine rağmen evlad-ı Fatihan ve Türkçenin en yumuşak şivesinin konuşulmasıyla hâlâ Anadolu ile ilgilerini koparmayan bir Rumeli şehri olarak duruyordu.
Balkan ülkelerini gezerken çoğu yerde dikkatimizi evlerin dış cephesinin tuğla olarak hem de sıvanmamış bir şekilde kalmaları çekti. Halbuki böyle evlerin dahi içlerinin tamamen yapılmış ve çok lüks olduğunu söylediler. Hatta bu sıvasız evlerin çatıları muazzam, pencereleri de panjurluydu. Bunun sebebini pek anlayamamıştık. Bosna Hersek’te kurşun izlerinin acının hafızasının kaybedilmemesi için bırakıldığını biliyorduk. Ancak diğer ülkelerdeki bu hale pek anlam veremedik. Kosova’daki hal ise daha hazindi. Çünkü eski şehirdeki sokak aralarında başınızı kaldırdığınızda sokağın her tarafını sarmış korkunç bir böcek ağı gibi kablo yığınlarından göğü göremez oluyordunuz. Hatta insana verilen ürküntü şehri bir an önce terk etme hissiydi. Bu durumdan daha acı olan ise inşa edilen yeni şehrin, estetiği olmayan ve o güzelim Kosova’nın peyzajının en çirkin kareleri olan bir şekilde yükselmesiydi.
Kosovalıları çok sevdik. Ömrümün bir kısmının orada geçmesini isterdim. Çünkü on yıllar önceki saf, bozulmamış halimizi andırır bir öze bağlı ve her türlü değer yozlaşmışlığına daha bulaşmamış bir vaziyetteydiler. Umarım bizi ve bütün insanlığı istila eden konfor ve eğlence hastalığı onların semtine geç uğrar.
Kosova’ya ve Kosovalılara Prizren kentinde doyamadan ayrıldık. Yolumuzun Priştine’ye gideceğini söyleyince istisnasız herkes kendi şehirlerinde daha fazla kalmamızı istediler. Biz yola revan olmalıydık.
Bütün bu seyahatimizde ilk defa Yahya Kemal’in dediği gibi cedlerimizin ayak izlerini değil bizzat kendilerini görür gibi olmuştuk.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimale doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki istemem artık ne yer ne yâr!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!
Piriştine
Kosova’nın baş şehrine gelmiştik ancak vakit de guruba isal edecek bir hal almıştı. Doğrudan Murat Hüdavendigar’ın olduğu yere yönümüzü çevirdik. Bir müddet sonra ovanın ortasında, şehrin dışında ve varoşların arasında TİKA tarafından imar edilmiş güzel bir imaretin önünde durduk. Etraf sanki Kosova savaşları burada yapılmış duygu ve kaygısını veriyordu. Hatta barışın getirildiği bu ova sanki Murad Hüdavendigar’ın hunharca şehit edilişinin ve organlarının buraya hemen defnedilişinin utanç ve sevincini beraber yaşıyor gibiydi.
Kapı kapalıydı hem de üzerinde koca bir asma kilit vardı. Ne yapalım nasip değilmiş derken içeriden bir görevlinin bize doğru geldiğini gördük. Galiba kapalı giremezsiniz sözünü söyleyecek diye geldiğini düşünürken nereden geldiğimizi öğrenince bize kapıyı açtı büyük bir telaş içinde.
Biz de onu zor durumda bırakmamak için ziyaretlerimizi oldukça kısa tuttuk ve şükranlarımızı ileterek emel gurbetinin bir ucuna da varmanın huzur ve hüznüyle oradan ayrıldık.
Artık yolumuz beklenen şehre doğruydu. Bir daha Priştine’nin içine girmek istemedik. Doğrudan otoyola çıkarak hedefimize doğru yol almaya başladık.
Üsküp
Kaybolan sadece Üsküp değil bütün Balkanlardır. Romantik hülyalardan kurtulup, hamasi nutukları terk edip maziyi yok saymadan anın kıymetini bilmedikçe daha çok şey kaybedeceğiz.
Bu coğrafyayı beş asır idare eden ruhu yakalamadıkça sadece romantik geçmiş öykünmesiyle kalırız. O da yeni nesil tarafından pek rağbet görmüyor. Hele bu yüksek teknoloji çağında hiç karşılık bulmuyor.
Bir akşamın karanlığında hüzünle girdik Üsküp şehrine. Kaybolan Balkanların en çok kaybolan şehriydi Üsküp. Gecenin karanlığı hüznün bir siyah örtüsü olarak bize geçici bir zaman diliminde yardımcı olmuştu. Çünkü ben Üsküp’ü asil bir Üsküplü olan Yahya Kemal’den hep acı ve hüzün şehri olarak okumuştum. Ve yine aynı nakarat burada da hakimdi. Şairin tabiriyle memleketi zindan Avrupa’yı nurlu bir alem gibi gören zihniyetin bizi öz değerlerimizden nasıl kopardığına yaklaşık iki yüz yıldır şahit olmaktayız.
Yahya Kemal; Osmanlı, Müslüman ve Üsküplü bir şairimizdir. Bütün yaşantısı Türklük adı altında aslında gerçek Müslüman ruhunu yeniden inşa etmek uğraşıyla geçer. Lakin kendi ifadesiyle Balkanlar yani Rumeli’de tam dindar bir Müslüman kalmak çok zordur. Hele aile dindar değilse ve Romalıların yaşantısı ve Müslümanların değerleri arasında sıkışmış bir haldeyse çocuk olarak sizin kendiniz kalmanız çok zordur. İslam medeniyetinin şairi bütün hatıratında bu zorluğu anlatır.
Var olmanın ve kendi kalmanın ıstırabını yaşarken Türklüğe yaslanır. Ancak bu Türklük 1923 sonrası şovenizme ve ırka indirgenen bir faşizan anlayıştan ziyade ruhu tamamen Müslümanlık olan bir Türklüktür. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturaktan, alayişten, böbürlenmekten, âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türkdeymiş. Arnavut’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hakim ve metin bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netice ispat etti ki Türk bu devletin Müslüman unsurlarını birleştirmek için Allah tarafından bir mevhibe imiş. O giderse, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş.
Gece otelimize yerleştik. Şehrin ruhunu temizleyen Vardar nehrinin kenarındaydı konak yerimiz. Gecenin sakinliği ve karanlığını suyun asil akışı daha da anlamlı kılıyordu. Sabah erkenden otelimizden ayrıldık. O tarihin Üsküp’ünü görmek ve okuduğumuz Üsküp’ün gerçeklerini müşahede etmek heyecanıyla otelden ayrıldık. Ancak bir ikilik hatta üçlük vardı. Maatteessüf ortalıkta dolaşan köprünün bu tarafı Müslüman Üsküp, karşı tarafı Müslüman olmayan Üsküp bir de anıtlar ve lahitler müzesi Skopy vardı.
Halbuki on yıllar önce Yahya Kemal Beyatlı Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp’te Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu.
Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yâr ağladığı, hatta zaman zaman âğyar da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz.
Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Üsküp şehrini gezdik. Çarşısında esnafla sohbet ettik. Ülkemizden karmaşık duygularla bahsetmelerinden bilhassa ticaretlerini son zamanlarda Türkiye’den başka ülkelere kaydırmalarından doğan eleme tanık olduk.
Yahya Kemal’in çocukluğunun geçtiği semtleri bilhassa annesinin kabrinin olduğu İsa Bey camisini ve etrafını dolaşarak o yıllara gitmek istedik.