İnsanları ille de bir taraf olmaya itiyoruz. Belli bir kesimin tek sesine dönüştürmek için elimizden gelen ve gelmeyenin inanç madrabazlığını yapıyoruz. Siyah ve beyaz renkte çıkarlarını görenler, griye durmadan kara çalıyor.
Hangi suçtan olursa olsun hapishaneye düşen insanların yaşama hakkını bile kendi politik emellerimizi alet etmekten çekinmeyecek kadar da gözümüzü kin bürümüş.
Bırakalım bari ölüler dost olsun, hiç olmazsa onları kullanmayalım.
“Ölülerin arkasından konuşulmaz” diyenler dirilere karşı bir nebbaş gibi ölüleri kullanıyorlar.
Her şeyin alternatifi olabilir, ama ben, içi yanan anneleri de alternatif olarak kullananları kınıyorum.
Cumartesi annelerini hemen alternatif Cuma anneleri çıkarılıyor, mahkumlardan bir kesimin yaşama hakkı için uğraşınca “ya diğerleri?” deniliyor.
Ben bir kültür sanat adamı olarak bu politik oyunları akıl erdiremiyorum. Çünkü ölçülerimiz farklı. Okuduklarım, bildiklerim, sanatçıların dünyası onların söylediklerinin tersine söylüyor. Her iki tarafın da yaşama hakkını savunduğum için rahatça bu yazıyı yazabiliyorum. Çünkü yazılarımda ve kafamda herhangi bir grubun, kesimin ipoteği yok. Taraftar olmanın kompleksini de taşımıyorum.
İki yıl önce yazdığım bir yazının başlığını hatırlatmak isterim: “Tek bacakla yürümeyin beyler.”
Söz konusu yazıda, Özgür Ülke gazetesinin bombalanışını protesto eden aydınları desteklediğimi bildirdikten sonra, Güneydoğu’da öldürülen öğretmenlerin de acısını duymalarını, bunu kamuoyuna açıklamalarını istemiştim.
Yazıdan bazı bölümleri aktarayım:
“Artık Türkiye’de aydınların duyarlılık derecesi yükselmeli.
Ancak…
Yürüyüşe katılanların öğretmen katliamına da aynı duyarlılığı gösterip göstermediklerini belleğimde yokladım, gazete arşivine indim, hiçbir protestoya rastlamadım. Demek ki bu ölümler onları caddelerde yürüyecek kadar etkilememiş.
Ben bütüncül davranışları savundum her zaman. Birbirini tamamlayan, birbiriyle var olan düşüncelerin taraftar bulacağını tarih yazdı ben de deneyimlerimle sunarım.
Her baskıya, her kıyama, her yıkıma, her öldürmeye karşı eşit bir tavır almayı istiyor Türk halkı. Türk aydınından bunu bekliyor.”
Bana edebiyatın, sanatın öğrettiği insanî gerçek bu.
Nedir bu içimizdeki için? Nedir bu içimizdeki yüzyıl savaşlarını andıran savaşma arzusu ve hıncı?
Olumsuzluğa, ağıtçılığa o kadar alışmışız ki, birilerinin iade-i hayat etmesine sevinip, diğer ölülerin acısını çekmeye başlamadan, “Ama onlar” diye bir terane yükseliyor.
Sanatçılarımıza, kurtarma operasyonunun ardından yöneltilen okların zehrinden ben ürperiyorum.
Bütün ölümler kötüdür, savaş sonrası yazılan dünya edebiyatı, sanatı da ölümlere, zulümlere tanıklık etmiştir ki bir daha tekrarlanmasının diye.
Kimseyi savunmuyorum, kimsenin de taraftarı değilim. “Ben herkesi yaşatabilmek için ne yapılabilir?” diye soruyorum.
Bence Türkiye’nin sorunu, ölümlere ağıt yakmaktan çok, onları bu duruma düşürmeyecek önlemlerin alınmasıdır.
Not: Bu yazı Doğan Hızlan’ın On Birinci Kat Yazıları kitabından alınmıştır.