Türkiye’nin en saygın edebiyat ve sanat eleştirmenleri arasında yer alan ve de aynı zamanda gazete yazarlığı da yapan Doğan Hızlan gazetemiz yazarlarının yer aldığı bir toplantıya katılmıştı. Bu toplantıda muzip bir gülüşle, “Yaşıtlarımla konuşmaktan kaçıyorum, çünkü ya hastalıklarını anlatıyorlar ya da doktorlarını” demişti. Bu söze geri döneceğim lakin önce bu toplantı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.
Bahsi geçen toplantıyı geçtiğimiz yıl İstanbul’da, Su Müzesi’nde gerçekleştirmiştik. Toplantıya, gazetemiz yazarlarından rahmetli Recep Ali Topçu Bey ev sahipliği yapmıştı. Kendisi, ömrümün son baharında tanıdığım güzel insanlardan biriydi. Vefat haberini ilk duyduğumda derin bir hüzün hissettim. Defin sonrasında hakkında söylenenleri duyunca, aklıma Hz. Yunus Emre’nin Hz. Mevlana’yı gördüğünde Mesnevi için söylediği rivayet edilen: “Uzun yazmışsın, ben olsaydım 'ete kemiğe büründü Yunus diye göründü' derdim.” sözü geldi.
Recep Ali Bey, tam da böyleydi. “Ete kemiğe bürünmüş iyilik olarak görünmüş” bir gönül eriydi. Su gibi aziz bir hayat yaşamıştı. Bulunduğu her ortamı iyilikleriyle yeşertmişti. Ruhu şad, mekânı cennet olsun!
Toplantıya dönecek olursak Doğan Hızlan belli bir yaşı geçen insanların bir araya geldiklerinde konuştukları ana konunun yaşadıkları hastalıkları olduğunu ima ediyordu. Sürekli hastalıklardan konuşmanın insanın duygu durumunu olumsuz etkilediğini vurguluyordu. Dolayısıyla bu ortamlarda bulunmak istemediğini, hayata hangi yaşta olursa olsun olumlu bakan ve umut dolu olan bizim gibi insanlarla bir arada olmak istediğini anlatıyordu.
Bu sözleri o gün tebessüm ederek dinledim. Köşe yazarlığında üstat olarak değerlendirdiğimiz bir büyüğün latif sözleri olarak kabul ettim. Lakin bu hafta bir hasta ziyaretinde yaşadığım manzara sonrasında aslında Doğan Beyin söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu anladım.
Gördüğüm manzarada odanın bir kenarında yetmiş yaşını geçmiş bir hasta vardı ve yatağına uzanmış vaziyette odadaki sohbeti takip etmeye çalışıyordu. Onun karşı tarafında ise yaşları hastanın yaşına yakın üç tane ziyaretçi, tıp ve doktorlar üzerine konuşuyorlardı. Her biri öncelikle kendi hastalıklarını sıraladılar. Hastalıklarının tedavisi için ne kadar zahmete katlandıklarını anlattılar. Doktorlarından memnuniyet düzeylerini paylaştılar. Birbirlerine doktor ve hastane hatta ilaç tavsiyelerinde bulundular.
Bizim neslimize hasta ziyaretinde olumsuz konulardan bahsedilmez diyen büyüklerimiz konu kendi hastalıkları olunca sanki bu kuralı unutmuş gibi davranıyorlardı. Diğer taraftan bunu çok doğal bir şekilde hiçbir art niyet belirtisi olmadan yapıyorlardı. Bu olayı yaşadıktan kısa bir süre sonra konuyu bir yakınımla konuştum. Yakınım, “o da bir şey mi, hastanın başında kendi hastalıklarını yarıştıran insanlar bile gördüm” dedi. Şaşırdım!
Yakınım aslında bu durumun yalnızca yaşlılara atfedilmesinin doğru olmadığını söyledi. Gençler arasında da benzer davranışların sergilendiğini anlattı. Bir uzman edasıyla bu tür davranışların iki nedeni olduğunu açıkladı. Birinci neden bu kişilerin hastayla empati kurduğunu göstermek istemeleriydi. Biz de hasta olduk, seni anlıyoruz demenin farklı bir yoluydu bu konuşmalar. İkinci neden ise ilgi çekmekti. Beni de görün, ben de hastayım. Bu şefkati ben de hak ediyorum demekti. Yakınım sağlık çalışanı olunca tecrübesine güvenerek onun söylediklerini kabullendim.
Ayrıca o gün Doğan Hızlan’ın gülümseyerek söylediği sözlerin altında yatan derin gerçeği bizzat tecrübe etmiş oldum. İnsan bazen iyi niyetli olsa bile farkında olmadan hastayı gölgede bırakabiliyor. Oysa bir hasta ziyaretinin asıl amacı; hastaya iyi gelmek, ona umut ve moral aşılamaktır. Belki de en kıymetlisi o odadan ayrıldığınızda ardımızda bir reçete değil, bir tebessüm bırakabilmektir. Bu yüzden hangi yaşta olursak olalım, ziyaret ettiğimiz yatağın başında kendi hikâyemizi anlatmak yerine karşımızdakinin varlığına saygı duymalıyız.
Tıpkı büyüklerimizden öğrendiğimiz gibi!