Ne sebep oldu bilemiyorum. Geçenlerde rahmetli dedemi ve babaannemi zevkle bir hatırladım sonra üzerine düşündüm. Ya da düşündüğümü sandım çünkü gün içinde sürekli kafamın içindeler, bendeler. Hafızamdaki tüm hoş anıların ya da gerçekleştirmek istediğim arzularımın başrolünde hep onlar var. Babaannem şahsına münhasır bir insandı. Çocuk dünyamda harika bir kadındı, günümüz aşçılarına taş çıkartacak kadar acayip reçete ve uygulamaları olan bir kadın. Damağımın zenginliğini sanırım ona borçluyum. Dedem adalet yumağı emsal bir adam, hem insan ilişkilerinden hem de bağ-bahçe işlerinden çok da iyi anlardı. Öylesine sakin öylesine dingin öylesine bilmesi gerekene basite hakim bir adam. Adalete olan hassasiyetim de sanırım dedemden.
Memleketin doğası gereği “elmalık” dediğimiz, dedemlerin kendi elleriyle dikip yetiştirdiği o kocaman, renkli, büyülü, kokulu bahçede uzun uzun kalırdı. Elma ağaçları çok ama çok büyük ben ise tıfıl bir çocuk. Gözümde mi büyütüyordum o zamanlar bilmiyorum ama ağaçlar karşılıklı iki sıralı dikildiğinden altta yarattıkları koyuluğun içinden geçerken neredeyse gökyüzü görünmezdi. Saklambaçlara, elim sendeli kovalamacalara, kurbağa, kelebek, serçe, alakarga, tavşan, gelincik ve köstebek gözlemlerine sahne olan ağaçların dekorda hep olduğu film sahnelerini aratmayan çocukluktan gelen anılar... Yoğun birkaç sahneye sıkışmış bazen yüzlerce bazen bir tane ama kainat kadar anlamlı ve büyük bir detay.
Çocuk kafamla merak eder dururdum nasıl bu kadar çok elma olur ve bunlarla ne yapılır diye. Neredeyse her şeyi hatırlıyorum ama şimdi düşündüm de elmaların çiçek açtığı bahar aylarını hatırlayamıyorum. En çok da bu ayları merak edip duruyor şimdi zihnim. Herhalde o zamanlarda götürmüyorlardı beni bahçeye. Elmalıkta sadece elmalar yoktu, fındık, kiraz, vişne, kızılcık… Hele bir armut ağacı vardı, kocaman su haznesi sarı armutları olan, olgunlaşıp yere düştüğünde yere batmayan, sululuğundan dolayı düştüğü gibi yarılıp dağılan. Günümüz dünyasının egzotik meyveleri karşısında unutulsa da armut ilginç bir meyve neredeyse binlerce çeşidi var.
İşin gülünç tarafı bugün ben hâlâ bu su haznesi sarı armudu arıyorum. Pazara çıktığımda eğer mevsimiyse önce armut satan esnafı dolaşırken buluyorum kendimi. İçime ne kadar yerleşmiş bir uhdeyse bazen mevsim dışında da acaba pazarda armut var mı diye bakınıyorum. Armut öyle bir meyve ki (hatta kutsal diyebilirim) bölünmesi ayrılık getireceği için bazı ülkelerde uğursuzluk sayılabiliyor. Bizim bazı yörelerimizde erkek çocuğu sahibi olmak isteyen kadınların taşladığı bir ağaçtır yabani armut (ahlat). Filmlere konu olan ahlat yalnızdır, mevsimsiz meyve verir, dayanıklıdır. Taşrayı, yalnızlığı ve var olmayı simgeler. Ve çocukluğumda ahlattan fark ettiğim bir şey, dışı sert çetin olanın içi hazinedir.
Diyor ki Didem Madak;
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.
İç ses, diye söylendim,
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
…
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman: Ah!
Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.
Armutlar, elmalar kadar bugün dimağımda hâlâ tadını, tazeliğini ve gizemini koruyan başka bir şey daha var. O da bizimkilerin aralarındaki aşırıya kaçmayan yaşam, bakış, sevgi, hoşgörü ve muhabbet. Günümüz dünyasında sadece filmlerde görünecek o üzerinde çok yazılmış, çizilmiş ama kişisel yaşamımıza sokmakta zorlandığımız aşırıya kaçmayan yaşam, bakış, sevgi, hoşgörü, muhabbet ve aşk.
1900lerin başında doğan dedemle babaannemin arasında, kırsala sığdırılamayacak kadar medeni, ulvi, insani, ruhani bir sevgi vardı. Görmeme gerek yok bunu hâlâ her zerreme kadar hissederim. Hayatımda duyduğum en olağanüstü soru olan “bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin” sorusunun cevabını her şeyin ve herkesin daha saf olduğu o yıllardan veriyorlardı.
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin […]
Ve onları öyle görmekten son derece memnundum. Pazarda aradığım sarı armutlar gibi kendime de insanlara da çok bakınıyorum acaba aralarında bu cinsten bir şans var mı diye.
Çocukluk, ahlat ağacı, aşkın şansı derken bu pazar rahmetli Didem Madak’la devam etmek istedim.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!
Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!
Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!