Öncelikle sevdiklerinizle birlikte, sağlıklı ve anlam dolu bir bayram geçirmeniz dileğiyle… Bayramınız mübarek, gönlünüz her daim bayramlık olsun, her gün sevginiz genişlesin.
Gelelim haftanın konusuna: Sen sen misin?
Bir sabah alarm çaldı ve uyandınız. Parmaklarınız, gözünüzden önce Google Takvim’i açtı. Gününüz dolu. Ama siz... boş musunuz? İşte tam da bu soruda Heidegger araya girer: “Bugün de Dasein mısın, yoksa sadece yapılacaklar listesi misin?” Heidegger’in karanlık Almanya ormanlarında doğup, felsefi düşünceyi çamurlu bir yürüyüş parkuruna çevirmesinden bu yana, insanlık ikiye ayrıldı: Dasein’ı anlamaya çalışanlar ve hâlâ onu IKEA sandalyesi sananlar. Varlık ve Zaman adlı kitabında, varlıkla ilgili bugüne kadar söylenmiş her şeyi çöpe atıp, “önce var olmayı öğrenin, sonra konuşuruz” diyerek, bizi kendi zamanımıza iade etti. Ama biz o zamanı ne yaptık?
“Dasein” kavramı aslında oldukça basit: Orada-olan. Yani, sadece var değil, dünyada var olan. Tam da orada, trafik ışığında, kredi kartı limitinin dibinde, sabah toplantısının ortasında. Dasein izole bir zihin değil; kredi kartı ekstresiyle ontolojik bir ilişki içinde yaşayan bir varlık türü. Dasein olmak, Google Haritalar’da mavi nokta olmak gibidir. Ama kötü haber: Haritayı kimse sana göstermiyor. “Sen neredesin?” sorusu bile başlı başına felsefi bir kriz olabilir.
Dasein’in özelliği, dünyayı sadece gözlemlememesi; onunla “ilgilenmesidir.” Heidegger buna “care” der. Mesela sabah çalan alarm sadece bir ses değil; o ses, geç kalma korkunuzla ve patronunuzun suratıyla örülmüş bir anlam ağının parçasıdır. Bir bardak kahve içmek de sadece sıvı tüketimi değildir; kapitalizmin, kafeinin ve kişisel işlevselliğin bir birleşimidir.
Şöyle anlatmaya çalışayım; iş yerinde sabah saat 9.15. Bir yandan epostalar açılıyor, bir yandan kahve damlatılıyor. Kamera kapalı Zoom toplantısında hâlâ uyandığına inandırmaya çalışan bireylerle çevrilisin. Ve içinden şu geçiyor: “Ben burada ne yapıyorum?” Hayırlı olsun, Heidegger seni görse “Dasein oldun sonunda”
Ama bu Dasein öyle romantik bir şey değil. Dasein'ın özü onun imkanlarla olan ilişkisidir. Yani sen "olabileceğin şeyleri" önüne koymadıkça, hayat sürekli "olmuş bitmiş şeyler" gibi hissettirir. Otantiklik, kendi potansiyelini projeksiyon olarak taşıyabilmektir. Ve bu hiç kolay değildir. Çünkü sana "bir şeyleri seç" demek, seni sonsuz belirsizlikle baş başa bırakmak demektir.
Ama o belirsizlik, belki de senin tek "gerçek" alanındır.
Heidegger’in meşhur kavramlarından biri de Zuhandenheit ve Vorhandenheit: Yani “hazır-elde” ve “mevcut-elde”. Basit örnek: Klavyen bozulmadıkça onun farkında bile olmazsın. Ama bir gün tuş çalışmaz olur; işte o an klavye senin için “varlık” olur. Tıpkı eşine mesaj atmadığında bir anda ontolojik bir sorun hâline gelmen gibi. Bu, modern insan ilişkilerini de özetliyor: İnsanlar da, bozulana kadar “uzantı”, bozulunca “problem”.
Heidegger’in teknolojik eleştirisi bugünkü dijital kapitalizme tokat gibi oturur. Ona göre teknoloji sadece alet değil; dünyayı görme biçimimizdir. Peki dünyayı görme biçimimiz ne: Her şeyi “kaynak” olarak görmek: Ağaç, oksijen fabrikasıdır. İnsan, CV’sidir. Güneş, enerji paneli. Dostluk, LinkedIn bağlantısı. Aşk? Dopamin düzeyiyle ölçülen veri sapması.
Heidegger buna Gestell der: Teknolojik kuşatma. Modern insan artık sadece yaşamıyor; optimize ediyor. Her şey ölçülür, raporlanır, gamification’a açılır. Kahve içmek bile bir üretkenlik ritüeline dönüşür. Siz sanırsınız ki kahve molası verdiniz; hayır, o molada “verimli olamadığınız için kendinize kızma” süreci başlamıştır.
Heidegger’in Gestell dediği şey, modern dünyanın dünyayı “şeyleştirme” biçimidir. Yani her şey birer veri, kaynak ya da üretim aracı olarak görülür. Kurumsal hayattaki en bariz örneği? İnsan Kaynakları. İnsan Kaynakları terimi bile başlı başına bir distopyadır. Sen bir varlık değilsin; bir kaynaksın. “Yüksek potansiyelli yetenek”, “verimlilik düzeyi”, “yorgunluk skoru”, “tükenmişlik riski” -bunlar artık senin ontolojik tanımların. Senin “kendin olman”, “ölümlü olman”, “gece rüyanda ağlaman” bu sistemde yer almaz.
Heidegger’in ilerleyen dönemlerinde irdelediği “Gelassenheit” yani “letting-be” kavramı da çok önemli: “Yapmama hakkını düşündün mü hiç?” “Hayatı akışına bırak” çağrısı burada hedonistik bir boş vermişlik değil; varoluşsal bir farkındalıktır. Dünya, senin müdahalen olmadan da akıyor olabilir. Asıl mesele, her anı “verimli” ya da “yararlı” yapmaya çalışmak yerine, onunla sadece birlikte olabilmektir.
Spotify reklamından önce gelen bir şarkı introsunda, ya da yürürken yüzüne çarpan rüzgârda, dünya sana belki de en otantik halini sunuyordur. Ve sen, belki o an olmakta’sındır. Belki "dünyayı değiştirmek" hedefinden biraz çekilip, "dünyayla olmak" çabamızın kendisi zaten yeterince devrimcidir. Belki de en büyük irade gösterisi, bir şeyi yapmaya karar vermek değil, bir şeyi yapmamaya izin vermektir.
Varlığın bir ritmi var ve biz, kendimizi sürekli bastırılmış bir davul gibi hissettiğimizde, sadece başkalarının vuruşlarına yanıt veriyoruz. "Letting-be" bu vuruşları dinleyip bir an için bile olsa kendi melodimizi duymaya çalışmaktır.
Gelassenheit, sanıldığının aksine "new age" farkındalık etkinliği değildir. Bu, instegramda çakra dizen influencerların değil; modernliğin algoritmik tahakkümünden bir nebze kaçabilenlerin işidir. Simon Critchley’nin dediği gibi, bu deneyim “ben” dediğin sınırların esnemesidir. Yani bir anda o Spotify listesinin sadece senin için değil, seninle birlikte bir evrende oluşmuş olduğunun farkına varmaktır.
Modern birey hemen sorar: “Veri nerede? Somut çıktı? Harvard çalışması?” Ama Heidegger için belki de mesele, o verileri yorumlayan gözlerin zaten formatlı olmasıdır. “Letting-be” yani Gelassenheit, dünyayı olduğu gibi kabul etmek, müdahale etmeyi değil, birlikte olmayı önceler. İşyerinde bunu yaparsan, muhtemelen “pasif agresif” ya da “motivasyonsuz” olarak etiketlenirsin.
Ama belki de bir gün öğle arasında camdan dışarı bakarken, hiçbir şey “yapmıyor” olmanın içinde bir tür varlıkla karşılaşırsın. O an performans değil, ama belki de ilk kez “kendin” olursun. Çünkü Heidegger’e göre asıl devrim, bir şeyi yapma yetisinde değil, yapmama hakkında gizlidir. Eposta mesajına anında cevap vermemekte. Bir cevap yazarken üç kere silmekte. Ya da hiçbir şey yazmamakta.
Geldik Heidegger’in belki de en ağır kapısına: Eigentlichkeit -otantiklik. Dasein, dünyaya atılmıştır. Sen doğarken sana sorulmadı. Adın, dinin, dilin, cinsiyetin ve bilgilendirme sistemin birlikte verildi.
Heidegger’e göre otantik olmak (Eigentlichkeit), kendi varoluşunu sahiplenmektir. Bu ise ölümle yüzleşmekten, hayatın biricikliğini anlamaktan geçer. Kurumsal hayatta bu tür otantiklikler genellikle “patoloji” olarak sınıflandırılır. Ben öleceğim, bu zaman bitecek ve ben bu zamanla ne yaptım?” diye sormak zorundasınız. İşte o an, belki ilk kez “kendiniz” oluyorsunuz.
Dünyaya atıldın ve sonra da senden “kendin olman” beklendi.
Bu noktada karşımıza das Man çıkar. Yani “herkes”: “Herkes böyle yapıyor”, “Normal olan bu.” Senin yerine karar veren, hisseden, yaşayan anonim kolektif. LinkedIn’de "otantik liderlik" dersi olarak satılan şey, aslında Heidegger’e göre bu kolektife karşı direniştir. Ama sorun şu: Otantik olmak CV’ye yazılmıyor. Kimse mülakatta “ölüm fikriyle yüzleşebilirim” diye not almıyor. Halbuki Heidegger’e göre gerçek varoluş, ancak ölümle yüzleşince başlar. Çünkü sadece sen biliyorsun bir gün öleceğini. Ve bu bilgiyle ne yaptığın, aslında senin kim olduğunu belirliyor.
Otantiklik bir tür yaratıcı sorumluluktur. “Senaryoyu sen mi yazıyorsun, yoksa figüran 3 müsün?” sorusuyla yüzleşmek kolay değildir.
Neyse saadete geleyim: Heidegger bugün hayatta olsaydı, büyük ihtimalle bir kafede Wi-Fi çekmeyen köşeyi seçip, elinde filtresiz bir sigarayla şöyle derdi: “Siz varoluşu sandığınız gibi kişisel gelişim kitabı sanmışsınız. Dasein, öz farkındalık uygulaması değil; ölümle randevusu olan bir varlıktır. Ama siz hâlâ sabah meditasyonu yapıp sosyal mecranızda ‘enerjim yüksek’ yazıyorsunuz. Varlık’la ilgilenmek yerine bildirimlerle ilgileniyorsunuz. Gerçek özgürlük, Google Takvim'de boşluk bırakabilmektir. Ve evet, iradenizle her şeyi kontrol edebileceğinize inanmak… tam da Gestell’in size kurduğu ontolojik tuzaktır.
Şimdi biraz susun.
Belki Varlık bir şey söyleyecek...
Bayramla başladık bayramla bitirelim.
Kurban kesmek... çoğunun gözünde bir mangal öncesi kanlı seremoni gibi dursa da, aslında Heidegger’in “Dasein” dediği o kayıp kendilik kırıntısına ulaşma çabasıdır. Zira burada mesele, kurbanlığı yere yatırmak değil, kendi “Das-Man” (yani öteki tarafından belirlenmiş, hazır anlamlarla kuşatılmış, otopilotta yaşayan adamcağız) benliğini yere sermektir. Kurbanlığı değil, o tweeterda kendine ait olmayan fikirleri repost eden, Black Friday’de ruhunu indirimli satan, LinkedIn’de “passionate about synergy” yazıp sinerjiden bihaber yaşayan nefsini kurban etmektir asıl. Çünkü gerçek “kurban”, Heidegger’in “ölüme doğru varlık” dediği farkındalığa, yani “kendi-sonluluğunun” bilgisine ulaşmak için, tüketim toplumunun kurguladığı sahte öznelliği kesmektir. Metafizik süpermarkette satılan kimlik reyonunun önünde durup, “Ben bu değilim” diyebilen ilk kişiye bayram şekeri verilir.
Geriye ne mi kalır? Et değil, belki biraz varlık sızısı ve bolca ontolojik çırpınış.
Afiyetle.