Dekadans çağı -yorgun bir dünyanın, artık kendi değerlerini taşıyamadığı, ideallerin ağırlığı altında çatladığı, yüzeyde parlak ama içi boş bir dönem- artık hiçbir değeri taşıyamayan ama onları taşımakla da gururlanan bir uygarlığın çöküş balosudur; Nietzsche bu sahneye, elinde çekiçle girer –“put kırıcı” değil, adeta “meta-kırıcı” olarak -ve yüzyıllardır “iyi” diye kutsanan düşünce kalıplarına bir bir vurarak “Sokrates sen ne yaptın ya?” diye bağırmak ister; çünkü ona göre, Sokrates’in adalet tanımı peşindeki meydan performansı, aslında hayatı küçük parçalara bölüp “ideal form” sosuna batırarak sunan bir ahlak şefliğinden başka bir şey değildir -bol rasyonalite, az kaos, sıfır tutku; oysa Nietzsche’ye göre hayat bir tarifle yapılmaz, Dionysos gibi yaşanır -sarhoş, anlamsız ama tuhaf şekilde sahici; bu yüzden “Amor fati!” derken aslında “Kader mi? Sarılıp öp geç” demektedir; çünkü acı, kayıp, utanç gibi duygular dijital çağın filtrelenmesi gerekenleri değil, bizzat yaşamın çimentosudur.
Eğer dekadans çağının insan icadı bir ilahı varsa, adı “Algoritma” olurdu. Ve bu ilahın sadık müritleri, her sabah kutsal ritüellerini yerine getiriyor: sabah “günaydın postu”, öğle “flat white story'si”, akşam “duygusal caption”. Kendini göstermek, artık hem gönüllü kulluk ibadeti hem meslek. Herkes influencer, kimse etkileyemiyor. Şeffaflık çağında herkes görünür ama kimse görünmemiş kadar yalnız. Artık dua etmenin yerini yorum istemek, iç dökmenin yerini Reels montajı aldı. Günde 17 kimlik değiştiren TikTok kullanıcısı, Judith Butler'ı mezarında pop-it'le oynatacak seviyede performatif yaşıyor. Foucault'yu alın, kameraya koyun; gözetim toplumunu anlatacak bir belgesel çekemez ama influencer olur, kesin.
Şöyle düşünün: Eğer Sokrates bugün yaşasaydı, kesin Twitch açardı. "Bugünkü konu: Eudaimonia mıdır, yoksa sadece iyi PR mıdır?" diye başlardı yayına. Her soruya "bir soru daha" ile cevap verir, sonunda da "Sizinle derin bir yolculuktu, link bio'da" derdi. Platon? O kesin YouTube'da mağara alegorisini anlatırdı: "Gerçeklik nedir? Gölgelerle yüzleş!" başlıklı serisinin ilk bölümünde, mağara çıkışında ışıkla tanışan figürü "sahici benliğe uyanış" olarak değil, ışığın iyi filtre sunduğu bir ortam olarak yorumlardı. Ve Diogenes… Ah Diogenes! Fıçıyı bırak, ışık iyi çekim vermiyor. YouTube stüdyosunda yaşar, ring light eşliğinde "Kendi yeterli olmak için 5 yöntem" adlı video serisi yapardı. Altına da "Minimalizm mi, yokluk mu?" etiketi. Kinik filozoflar, günümüzde minimalist içerik üreticisi olurdu. Descartes? "Görünüyorum, öyleyse viralim" derdi. Çünkü var olmak yetmiyor artık; görünmek gerek. Floridi'nin dediği gibi, birer inforg'a dönüştük: duygular değil, etkileşim sayılarıyla ölçülen dijital yaratıklar. Veri yığınıyız. Kendi duygularımızı, düşüncelerimizi etkileşim oranları üzerinden ölçüyoruz. Mahremiyet artık yalnızca internet kesildiğinde yaşanan romantik bir anı. Lacan'ın ayna evresi, şimdi bir ekran evresine dönüşmüş durumda: İlk kez kendimizi annenin gözünde değil, ön kamerada görüyoruz. Ve artık benlik dediğimiz şey, paylaşılabilir versiyonumuz.
Aristo? O da YouTube'da etik dersleri verir, "Altın Orta Yol için 7 Tavsiye" serisinin yanında influencer sevgilisiyle "Platonik mi çıktık?" başlıklı vlog çekmek zorunda kalırdı. Çünkü sadece düşünmek değil, beğenilmek gerekiyor. Görünürlük artık bir iş modeli. Başarının ölçütü, ne kadar düşünce ürettiğin değil; o düşünceye kaç kişi etkileşim verdiği. İşte bu noktada devreye Mona Lisa giriyor. Leonardo eğer bugün yaşasaydı, Mona Lisa'nın dudağındaki o hafif tebessümden bir Reels dansı üretir, #MonaChallenge başlatırdı. Altına da açıklama: "Bu bakışı algoritma için taktım." Belki de Mona Lisa'nın gizemi, algoritmaya bu kadar uygun olmasındandır. “Gerçeklik değil, paylaşılırlık önemli artık.”
Şimdi bu tabloya bir de kadim Çin'i ekleyelim. Zhou hanedanı çöküyor, memurlar işsiz. Yüz Okul dönemi başlıyor. Felsefe patlaması. Herkes "ülke nasıl yönetilir" sorusuna cevap arıyor. Bizdeki karşılığı: "Bu ekonomiyle bu ay kirayı mı ödeyeyim, terapiste mi gideyim?" Biraz açayım; antik Çin’in kaotik dönemlerinde, Zhou Hanedanı'nın çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan düşünsel kargaşa, aslında dünyamıza yabancı değil. İktidarın el değiştirdiği, değerlerin sarsıldığı, halkın yönetişimle ilgili hayal kırıklığı yaşadığı o günler, bugünün dijital çağındaki belirsizliklere ürkütücü biçimde benziyor. O dönemde Mandate of Heaven, yani "Göksel Yetki", hükümdarların halk üzerinde tartışılmaz bir egemenlik kurmalarını sağlıyordu. Bugün ise bu yetki, algoritmalarla işlem gören bir dijital onay sistemine devredildi. Eskiden göklerden gelen meşruiyet, şimdi etkileşim oranlarıyla şekilleniyor.
Zhou’nun çöküşü, fikirlerin yükselişine zemin hazırlamış. İşsiz kalan devlet görevlileri, toplumun nasıl yönetilmesi gerektiğine dair kendi teorilerini geliştirmeye başlamışlar. Bu teorilerin oluşturduğu düşünce patlaması, "Yüz Fikir Okulu" olarak anılmış. Ve işte o noktada Laozi ile Konfüçyüs sahneye çıkmış. Biri doğaya, sadeliğe, eylemsizliğe yönelirken; diğeri düzen, hiyerarşi ve gelenek diyordu. Bugünün karşılığına bakarsak, biri sistemden çekilen bir dijital göçebe olurdu; diğeri kurumsal dünyada LinkedIn içerikleriyle kariyer yolculuğunu paylaşan bir yönetim koçu. Bugün de benzer bir kriz içindeyiz. Sadece hükümetler değil, kimlikler, değerler ve bilgi anlayışı da çözülüyor. İnsanlar bir yandan yeni çözümler üretmeye çalışırken, bir yandan geçmişin doğrularına sarılıyor. İki yönlü bu gerilim; yenilik mi, sadakat mi sorusu etrafında dönüp duruyor.
Sorun şu: Hatalar, fikirlerde mi; yoksa bu fikirleri yaşayamayan insanlarda mı? Yani şöyle düşünelim; birilerinin Tanrıya inanıyorum demesi kişinin Tanrıyı her an yaşadığını, deneyimlediğini gösterir mi?
Antik Çin’in filozofları, bu sorulara birer yanıt aradı. Laozi, uygarlığın yozlaşmasını, insanın doğadan kopmasına bağlıyordu. Ona göre, ilerleme adı altında yapılan her şey, doğal akışa müdahale etmekti. Bugün de doğanın sesi bastırılmış durumda; plastikten yapılma kimlikler, dijital avatarlar, yapay zekâların şekillendirdiği beğeni ekonomisi. Laozi'nin Daodejing’inde sorduğu soruyu şimdi biz, ekran başında mırıldanıyoruz: "Fame or one’s own self, which does one love more?" Bugün her şey görünürlükle ölçülüyor. Bir düşüncenin değeri, kaç beğeni aldığıyla; bir insanın itibarı, kaç takipçisi olduğuyla belirleniyor. Konfüçyüs yaşasa, özlü sözleri haftalık bülten olarak mail kutularımıza düşerdi. Laozi yaşasa, doğada yaşadığı küçük kulübesinden haftada bir "algoritmasız hayat" vlog'u paylaşırdı. Ama ironik olan şu: Görünürlüğe karşı çıkan fikirler bile, görünür olmak zorunda. Bu da çağın en büyük paradoksu. Yüz Fikir Okulu'nun doğmasına neden olan siyasi ve ahlaki çöküş, bugün medya aracılığıyla daha hızlı ve daha küresel biçimde yaşanıyor. Bilgi artık tefekkürle değil, hızla dolaşıyor. Zhuangzi, bilginin sınırsızlığı karşısında yaşadığımız sınırlılığı vurgulamıştı. "Hayat sınırlı, bilgi sınırsız; peşinden koşarsan telef olursun" diyordu. Bugün, bitmek bilmeyen içerik akışı içinde, bu öğüdün ne kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Bu hengâmede sahneye çıkan Laozi, işi çözmüş: "Akışa bırak." Dao budur. “Wu wei”: Eylemsizlikle eylem. Yani, influencer dilinde: "Yatarken bile para kazan" felsefesi. Laozi'nin öküze binip gün batımına gitmesi, bugünün "dijital detoks" retreat'lerine denk düşer. Ama sistem Laozi'yi de affetmiyor. Zamanla düşüncelerine tanrılar, ritüeller ve kristaller ekleniyor. Instagram'da #DaoChallenge başlıyor. Mona Lisa'nın gülümsemesi viral oluyor. "Gizemli bakışlıyım çünkü Mona'yım" postları patlıyor. Leonardo da çaresiz, "Bu bakışı algoritma için yaptım" diye açıklama videosu çekiyor. Ve Zhuangzi… Laozi'nin dağ versiyonu. Mizahla felsefe yapıyor. "Hayatı Ciddiye Almamak için 10 Nedeni" başlıklı videolarla TikTok'ta felsefi nihilizmin kralı olurdu. Zhuangzi, bilgiye karşı temkinliydi. "Hayat sınırlı, bilgi sınırsız; peşinden koşarsan telef olursun" diyordu. Bugün yaşasa, sürekli online olmanın zararları üzerine Reels çekiyor olurdu.
Peki neden bu kadar görünmek istiyoruz? Freud yaşasa, TikTok libidomuzu kusursuz tatmin ediyor derdi. Fromm'a göre ise görünürlük, varlık krizimizin sonucu: İçsel bir deneyimden yoksunuz, bu yüzden dışsal onaya bağımlıyız. Düşünmek yetmiyor, paylaşmak gerekiyor. Hissediyorsan ama paylaşmadıysan, hiç hissetmemiş sayılıyorsun. Ve görünürlük çoğaldıkça içerik azalıyor. Daha çok filtre, daha az yüz. Daha çok hikâye, daha az gerçeklik. Baudrillard gülümseyerek telefon ekranından bakıyor: Gerçek, sadece simülasyonun gölgesi artık. Sartre'ın "cehennem başkalarıdır" cümlesi, günümüzde "cehennem yorumlar kısmıdır" şeklinde revize edilmeli. Görünürlük yeni bir ahlaki ölçüt. Viral olan doğrudur. Her sabah aynaya değil, kameraya bakıyoruz: Bugün hangi benliğimi paylaşsam ki algoritmaya gireyim? Çünkü cennet artık görünürlükte, cehennem gölgede. Görünüyorum, öyleyse hiçim. Ve bu hiçlik, öyle parlıyor ki güneş bile story atmaya utanıyor.
Bugünün dijital toplumunda görünürlük bir varlık biçimine dönüştü. Antik Çin’deki göksel yetkinin yerini, şimdi sosyal medya platformlarının görünürlük düzeni aldı. "Yukarıdakilerin rahatı, aşağıdakilerin fedakârlığıyladır" sözü, artık sanal katmanlarda bile geçerli. Birileri içerik üretirken, diğerleri görünürlüğün bedelini ödüyor ve gönüllü köle oluyor. "En az yöneten, en iyi yöneticidir" diyen Laozi’nin vizyonu, bugün dijital minimalizmle yankılanıyor. Az paylaş, çok yaşa. Ama sistem tam tersini dayatıyor: Çok paylaş, az yaşa. Herkesin gözü önünde olan her şey, gözden kaçıyor. Ve şimdi biz, Zhuangzi'nin ironisini yeniden hatırlıyoruz: "Gerçek bilgi, neyi bilmeye değmez olduğunu bilmektir." Ama çağımızda bu lüks bile yok. Çünkü bilgi değil, dikkat satılıyor. Ve dikkat bir sermaye biçimi haline geldiği sürece, Laozi'nin "hiçbir şey yapmadan çok şey yapmak (eylemsiz eylem)" ilkesi yalnızca bir hatıra olarak kalıyor. Bugün belki Yüz Fikir Okulu yok, ama yüz binlerce görüş var. Her biri farklı bir hayat biçimi, her biri kendi minik ideolojisinin tanıtım videosunu hazırlıyor. Ama özde aradığımız şey aynı: huzur, denge, anlam. Tıpkı binlerce yıl önceki gibi. Kriz aynı, dekor farklı. Ve belki de her çağ, kendi Laozi’sine muhtaç. Bu yüzden, bugünün Zhou Hanedanı hangisi diye sormadan önce, kendimize şu soruyu sormalıyız: Akışa mı direniyoruz, yoksa zaten onunla birlikte mi sürükleniyoruz?
Dijital dekadans çağımızda bir soru: “Nasıl oluyor da bir kişi milyonlara hükmedebiliyor?” Ve Boeite’nin cevabı: “Çünkü milyonlar dijital rızayla buna izin veriyor.” Cevap belki de bir taşın engellemesiyle karşılaşıldığında su gibi davranmayı unutmakta yatıyor.