Bir zamanlar yemek, yalnızca açlığı bastırmanın ötesinde bir şeydi: bir dua, bir şükran, bir ritüel. Sofralarda bir araya gelmek, yalnızca protein alımı değil, varlıkla ve evrenle kurulan sessiz bir anlaşmanın parçasıydı. Oysa şimdi? Bilindik dünya devi şirketlerin üç dakikada karnımızı doyurup ruhumuzu aç bırakan promosyonları sayesinde, “yemek” denen kutsal eylem bir fast-food tapınağının floresan ışıkları altında hızla tüketilen bir etkinliğe dönüştü. Lokmalar, sadece ağızdan mideye değil, aynı zamanda ruhumuzdan uzaklaştırılan anlara dönüştü. Çiğnediğimiz şey artık sadece fast-food değil; zaman, özen, doğa ve içsel bağlantı duygusu da mekanik öğütücülerimizde un ufak oluyor.
Evet, bugünlerde yemek, menüdeki bir seçenekten ibaret: “Mega süper mutluluk menüsü”, ekstra soslu izolasyon ve yanında koca bir yanlışlık hissiyle servis edilmekte. Seçim şansımız varmış gibi görünüyor: Vegan mı, keto mu, glutensiz mi? Fakat aslında hangi ‘paketi’ seçersek seçelim, yediğimiz şey sadece ticarileştirilmiş kimlik kırıntıları. Markaların dizayn ettiği sahte özgürlükler arasında dolanırken, “seçim” sanrısı içinde daha da yabancılaşıyoruz: Kendimizi, yemeği, toprağı ve nihayetinde ruhumuzu unutuyoruz.
Oysa gerçek yemek, Cleve Backster’ın bitkilerle yaptığı deneylerdeki gibi, bir ilişki işiydi; yemek, yalnızca tüketilen bir nesne değil, içinde büyüdüğü toprakla, yetiştirildiği niyetle ve sunulduğu ritüelle bütünleşmiş yaşayan bir varlıktı. Bugün market raflarındaki plastikle kaplı yaşamayan ürünlerin “organik” etiketleriyle ruhsal bir teselli sunması kadar trajikomik bir şey olabilir mi? Toprağın belleğinden kopmuş bir havuç, hangi fiyata olursa olsun, hâlâ bir plastik havuçtur. Ne ambalajın üstündeki minik çiftçi logosu ne de “anneannelerimizin tarifinden ilham alındı” yazısı, içi boşaltılmış doğallığı geri getirmeye yetmez.
Gelin kabul edelim: Bugün yemek yemiyoruz, dijital obezler olarak yemek “oynuyoruz”. Tarifler artık Pinterest’te estetik kaygılarla tasarlanmış; yemek kitapları, sofrayı yaşamak için değil, fotoğraf çekmek için var. Sofralarımız bir zamanlar bir araya gelişin, niyetin ve paylaşımın kutsal sahneleri iken şimdi estetik açılar ve “influencer” onaylı sunumlarla vitrinde duran cansız objelere dönüştü. Evimizin mutfağı, artık bir alüminyum laboratuvarı; içinden geçen her şey sterilize edilmiş, enerjisi tüketilmiş ve pazarlama stratejileriyle formatlanmış.
Bu hız ve yüzeysellik çağında kimse yemeğin titreşiminden, ruhsal rezonansından bahsetmiyor. Oysa atalarımız biliyordu: Bir tencerenin altındaki ateş, yalnızca maddenin değil, ruhun da pişme süreciydi. Bugün ise, mikrodalga fırınlar mucize vaat ederken, yemeği ısıtırken ruhunu öldürüyor. Yemek sıcak olabilir ama içinde sıcaklık kalmadıysa, neye yarar? Isıtılmış yalnızlık, sterilize edilmiş nostalji ve vakumlanmış hafıza dışında elimizde ne kaldı?
İçsel rehberlikten ve sezgisel yemekten söz edince ise gözler deviren modern insana rastlıyoruz. Sezgisel yemek mi? O da ne? Marketten paketle getirip ısırmakla doygunluk arasındaki mesafeyi hiç hissetmeyen bir nesle, içselleştirilmiş bir yeme deneyimini anlatmak artık astronomi öğretmek kadar zor. Kendi bedeninin doğal bilgisini dinlemek yerine, beslenme uygulamalarından gelen bildirimlere kulak kesilmiş bireyler, ruhsal açlığı doymayan kalorifik bir zombiye dönüşüyor: Kalori hesabı tam, ama yaşam enerjisi eksi sonsuz.
O eski sofralarda yemek bir enerji değişimiydi: Çiftçinin sabah duasıyla yetişen salatalık, pişirenin şarkısıyla yoğrulan çorba, sofrada edilen kahkahalarla tamamlanan tatlı. Bugünse, duygusal bozulmaları tetikleyen ultra-işlenmiş gıdaların renkli ambalajlarına sarılı, kimliksiz molekül yığınlarıyla dolup taşıyoruz. Gastronomi şefleri güya yeni “füzyonlar” icat ederken, asıl kaybettiğimiz şeyin -bedenimizle ve ruhumuzla olan ilişki- olduğunu fark etmiyoruz.
Ne zaman bir brokoli tanesinin “doğal frekansı”ndan, bir ekmek diliminin taşıdığı “toprak anı”ndan söz edilse, modern insanın sabrı taşıyor. Çünkü ruh, menüde bir seçenek değil; teslim alınacak bir kargo da değil. O yüzden koca koca “Wellness Retreat” turlarında üç gün boyunca avokado tostu yedikten sonra, dönüşte hâlâ içsel boşluk duygusuyla karşılaşmak şaşırtıcı değil. Çünkü mesele avokado değil, mesele “nasıl” ve “kimle” yediğin.
Eğer yemeği hızlı, kaygılı, suçluluk dolu bir zihinle tüketirsen, isterse üzerine Himalaya tuzu serpilmiş, vegan dostu, el yapımı bir “süper yiyecek” olsun; yine de bedenin onu bir stresör gibi algılar. Çünkü yemek, yalnızca maddenin değil, anlamın da sindirildiği bir deneyimdir. Market raflarında glütensiz, laktozsuz, şekersiz, ruhsuz ürünler arasında gezinirken, gerçekte doyurmaya çalıştığımız şey mideden çok kimliktir. Ama ruh, barkod okuyuculardan geçmez.
İşte bu yüzden, bir zamanlar her lokmanın bir hikâye taşıdığı, toprağın hafızasından pişen yemeklerin ruhu canlandırdığı o eski zamanlardan bugüne geldiğimizde, büyük bir eksiklik hissediyoruz. Ruhsuz, steril, kimyasal ve paketli bir hayatta, bedenimizden önce ruhumuz aç kalıyor. Her market sepetinde aslında biraz daha unutuyoruz; unutuyoruz ki yemek, yalnızca bedenimizi değil, benliğimizi de beslerdi.
Sonuç mu? Bugün, ruhsuz yemeklerle karnımızı tıka basa doldurup, aç ruhlarımızla oradan oraya sürükleniyoruz. Yediğimiz şey, aslında bizi yiyor. Midemiz dolu, ama varoluşumuz boş. Ve biz hâlâ daha iyi hissetmek için bir sonraki promosyonlu kahve zincirine koşuyoruz, yeni tatlar peşinde eski boşlukları daha da derinleştiriyoruz. Belki de artık menüye yeni bir seçenek eklemeli: “Bir Lokma Hakikat, Üç Yudum Şükran, Bir Tabağın İçinde Kendini Hatırlamak.”
Yoksa günün sonunda, açlığımızı değil, kim olduğumuzu unutmuş olacağız.