İnsanın durumu, kapılarla anlatılabilir.
Bazı kapılar görünürdür: döner ve insanı başladığı yere geri bırakır. Bazıları açılır, kapanır. Bazıları menteşeli ve gıcırtılıdır. Bazıları ise görünmezdir ardında ne bir adres var ne de geri dönüş yolu: fark edilmez ama yön değiştirir; görünmez ama geçildiğinde bir daha eski “sen”e dönemezsin. Eskisi gibi bakamaz, göremez, hissedemez olursun.
Şu dünyada herkes bir kapının önündedir. Bazısı hevesle içeri dalar, bazısı döner durur eşiğinde, bazılarıysa çoktan ışıltılı vitrinlerde kaybolmuştur. Kapılar arzu (hem de kendine ait olmayanında)n ve sinyalle örülü. Bir serzeniş gibi gelebilir lakin artık yaşanmıyor hayat; sadece izleniyor ve sinyalleniyor. Gerçek, deneyimlenmiyor; sadece selfilerle sinyalleniyor (demem o ki; insan bir sinyal makinasına döndü, fark edilmek, görünmek, kurtarılmak için kendini paylaşımlarıyla sürekli sinyalliyor, mesailiyor aynen can yeleklerindeki lamba gibi sürekli parıltılı kalmak istiyor). Bir şey yaptığımızda onu değil (buna inancı da katıyorum çünkü günümüzde inanç bir aksesuar gibi), onun görünürlüğünü yaşıyoruz (kutsal mekanlarda çekilen veya Cuma namazları durulan saftan paylaşılan selfiler gibi). Ve bu durum, varoluşun temel koordinatlarını kaydırıyor: İnsan, bir özne olmaktan çıkıp bir projeye, bir göstergeye, bir içerik öğesine dönüşüyor. Yaşam, tüketilen bir içerik halini alıyor; insan da onun veri noktasına.
Bu görünürlük kültürünün içinde, Zizek’in “artıkeyif” (surplus enjoyment arzu etmenin kendinden alınan haz) kavramı kristal berraklığıyla parıldıyor. Arzunun nesnesi (makam, mevki, ev, araba, sevgili, evlenme, çocuk sahibi olma… vb), ona ulaşmak için değil, ulaşma sürecinin kendisinden haz almak için kovalanır. Yani tatili satın almazsın, onun arayışına, hayaline, tatil.com’un web sitesinde onu alışveriş sepetinden çıkarıp tekrar eklemeye bağımlı hale gelirsin. Arzunun sonunda bekleyen şey değil, arzu etmenin kendisidir bizi diri tutan. Tıpkı artık insanların seyahat etmekten çok, seyahati planlamaktan; yemek yemekten çok, onu fotoğraflamaktan haz alması gibi.
Philosophia perenissi (insanların evrensel ortak zaaflarını) keşfetmiş kapitalist ideoloji bunu iyi bilir. Ve bu yüzden algoritmasını eğitir. En kırılgan anımızda gelir bizi bulur. Gece saat 03:00’te kaygılıysan sana bir meditasyon uygulaması önerir. Kalbin kırıldıysa bir flört uygulaması. Yalnız hissediyorsan ışıltılı bir saat, pahalı bir parfüm, kaslı bir beden... Algoritma senin ruhsal nabzını ölçer, estetik sinyalini hesaplar, sonra sana senin olmak istediğin kişiyi pazarlamaya başlar. Ama sen hiçbir zaman tam olamayasın diye. Bu bağlamda sorayım, utangaç insanları sever misiniz, genelimiz sevmez. Peki utangaçlar neden sevilmez? Çünkü onlar herkesin oynadığı replikleri oynamazlar. Gerçekliğin yerini almış çizgi karakterler çağında, replik dışında kalan her şey “ilginç değil” olarak kodlanır. Oysa utangaçlık, kişinin kendi hakikatine temas ettiği bir eşiği temsil eder. Sistemse bunu istemez.
Önemli bir hakikat olan kendimizi tanımanın (bazıları buna kendini bilmek diyor) bir yolu, arzularımızı tanımaktan geçer. Çoğumuz arzularımızı bildiğimizi sanırız, oysaki durum böyle değildir. Çünkü arzularımız bize ait değildir. Çoğu zaman başkalarının hayal ettiği benliğin simgesel kopyalarıyla özdeşleşiriz. Toplumun sunduğu temsili arzularla özdeşleşmek, “gerçek benliğe” ulaşmak yerine, o benliğin simgesel gölgesinde yaşamayı seçmektir. Bu, modern öznenin trajedisidir. Zizek’in ifadesiyle: “Kendini özgür sanan özne, çoğu zaman en çok köleleştirilmiş olandır.”
Arzuya dair büyük yanlış anlamamız nedir o zaman?
Zannederiz ki bir şeyi istemek, o şeye ulaşmakla ilgilidir. Oysa derin hakikat şudur: Biz aslında çoğu zaman arzunun nesnesini değil, arzu etmenin kendisini isteriz. Sürekli isteriz, tekrar tekrar isteriz. Ve bu tekrarın kendisi haz verir bize arzu edilen nesnenin kendisi değil, o nedenle birçok defa çok arzuladığımız bir şeye ulaştığımızda sonuç beklediğimiz gibi olmadığında şaşırıp dururuz. Ulaşmak, almak değil, istemek tatmin eder bizi.
Günümüzde bu artıkeyif; yani ulaşılamayanın peşinden koşarken duyulan haz, yalnızca bireysel patolojilerde değil, sistematik olarak toplumsal düzende yeniden üretilmekte. İnsanlar arzularının değil, başkalarının rüyalarının izinden gitmekte. Ve bunu yaparken, sistemin sürekliliğini de sağlamış oluyoruz.
Bir şeyi gözünde büyütmek, gerçekleştiğinde ise büyüttüğü gibi olmadığını anlayıp hayal kırıklığı yaşamak, yani “hiç de beklediğim gibi olmadı” demek. (Bu durumu özellikle çömezliğimdeki yayın yapma sürecinde çok yaşadım, makale sonunda yayınlandığında yayınlamayı başarma ihtimalindeki yaşadığım hazzı yaşamadım. Ayrıca şu gösterişçilik çağında bir şey daha fark ettim, diyelim istediğin şeye ulaştın ve “makalen yayınlandı.” Eskiden bu beklenen 50 birimlik bir sevinçti. Bugünse, bu yayınlanma eylemi doğrudan 10 birim haz verirken, kalan 40 eksik birimi ancak LinkedIn’de paylaştığında, Instagram’da hikâyeleştirdiğinde alıyorsun. Çünkü artık gerçek değil, gerçeklik simülasyonu ödüllendiriliyor. Eylemin kendisi değil, onun izlenebilirliği bizi tatmine götürüyor. Artık bir şeyin yaşanması değil, başkaları tarafından görünmesi gerekiyor ki tam anlamıyla “olmuş” sayılabilsin).
Gelelim şu kapılar meselesine: Günümüzde özne, büyük anlatıların sustuğu bir çağda, Zizek’e göre kendini üç çıkışsız kapının önünde bulur. İlki tükenmektir. Depresyon, kaygı, dikkat eksikliği gibi belirtilerle kodlanan modern patolojiler, aslında bir anlam yitimi semptomudur. Neden bir şey yapayım ki, her şey anlamsızsa? Neden kalkayım yataktan, neden çalışayım, neden konuşayım? Bu soruların cevabını bulamayan özne, gündelik hazlarla kendini uyuşturur. Video oyunları, Instagram (bu arada instagramın etimolojisini de bir düşünmek lazım; şimdi, hemen, gecikmeden, düşünmeden sinyallemek), sonsuz dizi maratonları, alkol, antidepresanlar… Tüm bunlar, aslında arzunun değil, arzunun yerini almış semptomların göstergesi.
İkinci kapı ise gönüllü katılımdır. Öznenin sistemin ritmine tam anlamıyla entegre olmasıdır. Kariyer, başarı, kimlik, terfi, tatil fotoğrafları, yeni kıyafetler... Kimliğin simgelerle örüldüğü bu dünyada, özne artık kendi benliğini değil, göstereni yaşar. Başarılı bir yaşam, ne kadar çok tükettiğinle ve sinyallediğinle ölçülür. Bu yolda özne, sistemin sürekliliğini sağlayan bir çarka dönüşür. Kapitalizmin şeffaf tapınağında gönüllü hacı olmaktır bu. Arzunun nesnesini değil, sembolik göstergelerini biriktirmek. Bu hayat bizim değil; bize verilmiş bir metnin ezberi yalnızca.
Ama unutmamak lazım: İnsanlar arzularının gerçekleşmesini değil, arzularına sadık kalmayı ister. Aynen ülkemizdeki seçimler gibi: Mesele gelen sandıkla bir şeyin değişmesi değil, sandığın varlığıyla değişme ihtimalinin verdiği hazdır, o nedenle memleketimde insanlar seçim döngüsünden bir türlü çıkamamaktadır. Yani seçmen seçme’yi değil seçme ihtimalini arzuladığı sürece, “bu sefer her şey gerçekten farklı olacak” vaadinin peşinde koşmaya devam edecekti.
Üçüncü kapı diriltmektir. Yani geçmişin inançlarını yapay bir şekilde canlandırmak. Geleneksel dinlere, milliyetçi anlatılara, kadim bilgeliğe sığınmak. Ama bu sığınaklar da sıklıkla bir tür ideolojik “otomatik ayar” gibidir. Sahici bir inanç değil, inanıyormuş gibi yaparak kurulan bir mental simülasyondur.
Peki, başka bir kapı var mı?
Zizek burada bir “dördüncü kapı”dan bahsetmez doğrudan ama düşüncesi içinde bunu ima eden bir yönelimi hep taşır. Bu kapı, yüzleşme ve bilinçle örülüdür. Ve belki de açılması en zor olanıdır: Bu, artıkeyfi tanımak ve onu kendi yararına yeniden kurmaktır.
Artıkeyif Lacan’nın jouissance kavramından miras bir kavramdır. Yukarıda bahsettiğim gibi bireyin, arzuladığı şeye ulaşmaktan değil, onun peşinden sürüklenmekten aldığı hazdır. Bebek, başlangıçta emme refleksini süt için kullanır. Ama sonra, bu eylemin kendisinden haz almaya başlar. Artık emzik, beslenme değil, haz aracıdır. Aynı durum yetişkinler için de geçerlidir: Kıyafeti satın almaz, onun hayalini kurarız. Tatile gitmeyiz, tatile gitme fikriyle yaşarız. Birlikte yaşamayız ama birlikte yaşlanmanın hayalini severiz. Aşkı yaşamak yerine, aşkın ideal tasviriyle özdeşleşiriz. Hep “olmak üzere olan” şeyleri arzularız; çünkü arzunun doyumu yani gerçekleşmesi, sistemin döngüsünü kırar. Oysa sistem, arzu nesnesinin daima ertelenmesine dayalıdır.
Zizek’e göre bu döngüyü kırmanın yolu, arzularımızın “gerçek sahipliğini” yeniden inşa etmekten geçer. Bu da dördüncü kapının eşiğidir: bir şeyi tutkuyla istemek, ama onu hiçbir zaman tam olarak elde etmemeyi kabul etmek. Gerçek uğraşlar, bitmeyen uğraşlardır. Felsefe, aşk, sanat, annelik, babalık, yazmak, düşünmek... Bunların hiçbirinin sonu yoktur. İşte bu sonsuzlukta başarısız olmak, yani her gün biraz eksik, biraz hatalı, biraz mahcup bir şeye devam etmek- bu bir direnme biçimidir. Yazıyorsan, kötü yazmaya cesaret etmelisin. Sevgiyi arıyorsan, reddedilmeye katlanmalısın. Felsefeyle uğraşıyorsan, anlamamayı göze almalısın. Çünkü asıl özgürlük, bu sonsuz uğraşta saklıdır.
Dördüncü kapı sessizdir, parıltısız ve logosuzdur. Çünkü gösteriye değil, gerçeğe açılır. Ve bu kapıdan ancak başarısız olarak geçilir. Tüketim toplumunun panzehiri, derin bağlılıktır. Yüzeysel değil, katmanlı bir ilişki. Instagram’ın sunduğu 15 saniyelik hazlara değil, 15 yıl sürecek bir arayışa bağlılık. Simgesel düzenin kırılması buradadır:
Kapitalizmin satışa sunamayacağı şeyleri üretmek. Yavaşlık. Sabır. Sessizlik. Gerçek sevinç.
Ve aşk. Aşk, Zizek için en saf kopuştur. Aşkta özne, kendi sembolik düzenini kırar. Artık “ben” yalnızca “ben” değildir. “Biz” diye yeni bir varlık türü doğar. Aşkta, kendimizi yeniden tanımlarız. Alışkanlıklarımızın dışına çıkarız. Bir yabancı oluruz. Aşk, o yüzden politik bir eylemdir. Çünkü bizi, tüketim toplumunun “ben-merkezli” anlatısından uzaklaştırır.
Peki, bu uğraşlar ne işe yarar? Kapitalizmi yıkar mı? Hayır. Ama bizi, onun yeniden üretim mekanizmalarından uzaklaştırır. Bizi, kendi semptomumuzla yüzleştirir. Belki ilk kez “neden böyle davranıyorum?” sorusunu ciddiyetle sordurur.
Zizek’in “dördüncü kapısı”, yüzeyde felsefi bir çıkış gibi görünse de, derinlerde mistik bir hakikate dokunur; çünkü bu eşik, modern insanın arzuyla kurduğu sahte, başkasına ait ve algoritmalarla inşa edilmiş ilişkiyi altüst eder; tıpkı kırklar kapısından geçerken benliğin tüm maskelerini düşürmek gibi, burada da özne artık arzularının kendisine değil, sistemin fantezisine ait olduğunu idrak eder ve bu farkındalık, onu sahiplikten görmeye, görünmekten öz olmak istemeye taşır. Tasavvufta nefsin üç mertebesi -emmâre (doyumsuz arzu), levvame (pişmanlık estetiği), mülhime (ilhamın karikatürü)- nasıl bir dönüşüm sürecinin halkalarıysa, Zizek’in üç kapısı da modern öznenin bu patolojilerini yansıtır: tükeniş, gönüllü kölelik ve simüle edilmiş diriliş. Ancak dördüncü kapı, aynen sufîlerin söylediği gibi, ilk gerçek kapıdır; çünkü burada kişi artık arzularıyla özdeşleşmeyi bırakır, onları seyretmeye başlar, arzunun kendisini değil, onun ötesindeki özü arar -bu, fenâ halidir; gösteri, sinyal, motivasyon ve “ben” çöker, yerine sabır, yanma ve eksikliği kutsamak geçer. Zizek’in çağrısı burada sufîlikle kesişir: eksik yap, yarım kal, başarısız ol ama devam et, çünkü başarısızlık bu yolun işaretidir, tıpkı seyr-i sülûk’ta olduğu gibi, kişinin kendi karanlığına inmeden ışığa ulaşamayacağı gerçeği gibi. Bu kapıdan geçmek, simgesel düzenin yıkımıdır; tıpkı “La ilahe illallah”ta önce bütün sahte tanrıların yokluğu, sonra yalnız hakikatin kalışı gibi, burada da önce “benim sandığım arzularım yoktur” denir, ardından “yalnızca öz arzu kalır” denir; bu bir psikanalitik tevhid anıdır-kimliklerin, tüketim sinyallerinin, marka gösterilerinin düştüğü ve sadece ruhun sessiz titreşiminin kaldığı o saf, görünmez yer: figüran değil, kendi hikâyesinin hatırlayıcısı olmak için dünyaya gelmiş olanın gerçek mekanı.
Zizek’in dediği gibi: “Kendi semptomunu sev.” Yani kendi takıntını, zaafını, eksikliğini tanı. Onu bastırma. Onu tüketme. Onunla yaşa. Onu dönüştür. Ve bu semptomu, seni sen yapan bir uğraşa dönüştür. Yazıyorsan, yaz. Her gün. Kötü bile olsa. Okuyorsan, oku. Anlamasan da devam et. Seviyorsan, sevmeye devam et. Başarısız ol. Yine de devam et.
Çünkü bu uğraşlar, seni başkasının rüyasından uyandırır.
Saadete geleyim; kapının anahtarı sessizlikte gizlidir, gösterişte değil.