Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Dürüst, İyi ve Ahlak Dava’sının Düşüş’ü

Dürüst, İyi ve Ahlak Dava’sının Düşüş’ü

Dürüstlük, hakikate sadakattir; içinden geçenle dışarıya gösterdiğin arasındaki uyumdur.

İyilik, ötekine yönelimdir; başkasının yararını gözetmek, zarar vermemek ya da korumakla ilgilidir.

Ahlak ise bir sistemin içinde tanımlanan davranış ölçütlerine uymaktır. Toplumsal ya da kültürel kodlarla çizilmiş sınırlar içindedir ve düşündüğümüzün aksine ahlaklı olmak, kişiyi otomatik olarak dürüst ya da iyi yapmayabilir.

Toplumun kurallarına uyarak ahlaklı, hatta başkalarına karşı “iyi” görünebiliriz. Fakat her zaman sınanan, aslında dürüstlüktür.

Ahlaklı görünüp kendi yalanlarımızı dürüstçe yaşayabiliriz mesela.

İnsanı önceki paylaşımlarımda “ambivalans (ikircikli)” olarak tanımlamıştım. Hal böyleyken insanı “tam, tutarlı, içsel olarak saf/dürüst” bir varlık olarak görmeye devam etmek mit değil de nedir, bilemedim.

İki kitaptan örnekler vereceğim. Camus’nün Düşüş’ü ve Kafka’nın Dava’sı, bugünün “dürüst insan” mitini keskin bir neşter gibi yarar. İkisinin de belirli sahneleri vardır ki, ahlakın vitrinini söküp altındaki çıplak eti gösterir. Ve asıl acı olan, o etin bizim tenimizden olmasıdır.

Camus’nün köprü sahnesi bunun en sert darbelerinden biridir. Clamence, gece Seine üzerindeki köprüde yürürken suya düşen bir kadının çığlığını duyar. Birkaç saniye boyunca zaman donar. O an, tüm “iyi insan” vitrini – yardımsever avukat, dayanışma kahramanı – bir sınava tabi tutulur. Ve Clamence hiçbir şey yapmaz. Adımlarını hızlandırır, eve döner, uyur. Camus, bu buz gibi sessizlikte bütün bir ahlak felsefesini tek bir noktaya indirger: Dürüstlük, kimsenin görmediği o anda yaptığın (ya da yapmadığın) şeydir. Bugün milyonların sosyal medyada sergilediği iyilik performanslarını düşünün: Köprü üstünde verilecek karar ne olurdu? Asıl soru budur.

Kafka’nın Dava’sının açılış sahnesi ise aynı yaranın diğer tarafını keser. Joseph K. sabah gözünü ovalar ve karşısında iki memuru bulur: “Tutuklusun.” “Neden?” diye sorar. Cevap: “Biz bilmeyiz.” Burada dürüst insan olma çabası daha en baştan boşa düşer. Suçlama belirsiz, mahkeme görünmez, prosedür sonsuzdur. Joseph K.’nın ilk isyanı kısa sürede uslu sanık rolüne dönüşür. Modern insanın dürüstlük miti burada paramparça olur: “İyi” olabilmek için önce hangi suçtan yargılandığını bilmen gerekir. Sistem sana önce suçu verir, sonra erdemin prosedürünü tarif eder. Dürüstlük, özgür bir yönelim değil; şartlı tahliye belgesidir.

Camus’nün köprüdeki kadınıyla Kafka’nın nedensiz tutuklaması birbirini tamamlar. İlki, içimizdeki Clamence’ın maskesini indirip altındaki boşluğu gösterir. İkincisi, dışarıdan dayatılan ahlakın nasıl mekanik bir prosedür tiyatrosuna dönüştüğünü yüzümüze çarpar. Modern insan olarak biz, zaten Kafkaesk bir labirentin içinde doğmuşuz. Kurumlar, partiler, ideolojiler, dinler, kişisel markalar… Hepsi aynı fısıltıyı söylemekte: “Buradan sağ çıkmanın yolu bizim prosedürlerimiz.” Ve biz de özgürlükten değil, prosedürden güven devşiririz. Artık gerçek isyan, hiçbir şeye inanmamak değil; bir günlüğüne Wi-Fi’yi kapatmak kadar absürt bir hareket. İsyan, ironik biçimde, bağlantının kesilmesidir.

Camus’nün ikinci sahnesi Amsterdam’daki bar. Clamence burada “yargıç-tövbekar” haline gelir: kendi günahlarını itiraf ederek hem mahkum gibi tövbe eden, hem yargıç gibi başkalarını mahkemeye çağıran bir figür. “Ben zaten en aşağıdayım, ben zaten suçluyum” diyerek dışarıdan gelebilecek her yargıyı etkisizleştiriyor. Ama tam da bu pozisyondan, çevresindeki herkesi aynı suçluluk çemberine çekiyor. Bu strateji, bugünün sosyal medya çağında tanıdık gelmiyor mu? Önce kendini parçala, sonra başkalarını yargıla. Modern dürüst insan, belki de burada doğuyor: itirafı pazarlayan, günahı metalaştıran figür.

Kafka tarafında ise tavan arasındaki mahkeme sahnesi unutulmaz. Joseph K. sonunda kendi “duruşması”na çıkar: boğucu sıcak, bitmeyen evraklar, hasta ve ter içindeki memurlar. Kafka burada modern adaletin ve ahlakın insanı nasıl makineleştirdiğini gösterir. Dürüstlük çabası, terleyen memurlar gibi sisteme enerji sağlayan bir egzersize dönüşür. Kendi vicdanımız bile bu tavan arasında, sonsuz prosedürün içinde nefes alamaz.

Camus’nün köprüdeki kadını ve itiraf barı; Kafka’nın uyanış ve tavan arası sahneleri… Bu dört an, bugünün dürüstlük sorununu kristalize eder: İlki, içsel yüzleşmenin sessizliğini (kendi varoluşuna çıplak bakabilme cesareti). İkincisi, ahlakın prosedürleşmesini (prosedürleri takip etmenin ahlak sayılması). Üçüncüsü, itiraf kültürünün maskesini (dürüstlük özgür bir seçim değil sistemin dayatmasıdır). Dördüncüsü, sistemin boğucu labirentini (diğer adıyla bürokratikleşmiş vicdan, daha dün havuzda tanıdığımın üzerine atlayan çocuğunu uyarması beklenen annesinin, zarar görme riski yaşayan tanıdığıma derin bir endişeden değil de yüzeysel bir prosedür gereği gibi, “Bir şeyiniz var mı?” diye sorup geçmesini andırıyor.)

Ve tam burada Camus’nün merhameti devreye giriyor. Clamence’ın düşüşü de, Joseph K.’nın çaresizliği de aslında bizim hikayemiz. Modern dünyada dürüst olmak, kahraman pozu kesmek değil (yani kendini ahlaki olarak üstün gösterme çabası); kendi düşüşünü saklamadan kabul edebilmektir. Camus’nün “lucid revolt” dediği şey tam da bu: maskesiz kalma cesareti. Sisifos gibi geri yuvarlanacağını bilerek kayayı hala dik yamaçların üstünden tepeye yuvarlama devam etmek gibi absürtlüğe karşı açık isyan. Ya intihar, ya teselli ya da başkaldırı! Şu dünyada dürüstlük, zirveye çıkmış kahraman gibi görünmek değil; kayanın her gün geri yuvarlanacağını bilerek onu yeniden yukarı itmek, kendi düşüşümüzü saklamadan onunla birlikte yaşamak...

Ama bugün dürüstlük bile metalaşmış, ah kapitalizm ah. İtiraf, vicdan pornografisine; hesaplaşma, abone paketlerine; erdem, görsel estetiğe indirgeniyor (Kardashian kardeşlerin çark edip itirafa yönelmelerine bakmanızı öneririm; bu itirafların ardında bile bir izlenmeyi garantileme planlaması olduğu çok aşikar). Modern dürüst insan belki kadını kurtarırdı ama ertesi gün YouTube’a “kahraman” videosu yüklerdi. Vicdan, algoritmaların optimize ettiği bir PR stratejisine dönüşmüş. Gerçek hesaplaşma, artık kameraların kayıtta olmadığı yerde değil, tam da “kayıt” düğmesine basıldığı anda başlıyor gibi görünüyor.

Kafka’nın “umut çoktur, ama bize yok” (sürekli ertelenen ve bize kapalı olan o kurtuluş fikri) deyişiyle Camus’nün umutsuz merhameti (bir top-yekün vazgeçiş değil bilinçli şefkat biçimi) arasında salınan bugünün insanı, dürüstlüğü seçtiğinde bile absürt bir pazarlığın içinde buluyor kendini. Belki de dürüst insan olmak artık kendi kendini temize çekmekten çok, kendi düşüşünle alay edebilecek kadar çıplak kalmakla ilgili. Çünkü modern dürüstlük, ciddi yüzlerle oynanan bir komedi. Ve belki de o komediyi fark eden tek kahkaha, hala köprüde yankılanan o ürkütücü kahkaha.

Camus’nün Düşüş’ü, ilk bakışta “modern insanın ahlak sorgulaması” gibi görünür; fakat asıl yaptığı, ahlak dediğimiz yapının altındaki boşluğu göstermekten ibarettir.

Örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmeyi çok seviyordum. Daha uzaklardan, bir bastonun bir kaldırımın köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, bazen yardımsever bir elin uzanmasından bir saniye önce körü başkalarının yardımına gerek bırakmadan yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından yumuşak ve emin bir elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada karşılıklı bir heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden…”

Clamence’ın bu anısı yüzeyde saf bir iyilik gibi görünür. Fakat alt metin şunu fısıldar: “Kendi gözümde iyi olmak için bu fırsatı bekliyordum.” Kör, karşıdan karşıya geçen bir insan değil; Clamence’ın kendi erdemini sahneye koyduğu bir dekor haline gelir. Bu yalnızca onun değil, hepimizin bildiği bir refleks: İyiliği yaparken, aynı anda kendimize şahitlik eden görünmez bir kamera ararız.

İnsan böyledir aziz bayım, iki yüzü vardır onun: Kendini sevmeden sevemez. Gözleyin komşularınızı, şansınıza bir ölüm olursa binanızda. Onlar kendi küçük yaşamları içinde uyurken, örneğin, kapıcı ölür. Hemen uyanırlar, koşturmaya başlarlar, bilgi alırlar, acınırlar. Taptaze bir ölü, gösteri başlar sonunda. Onların trajediye gereksinimleri vardır... ...Yine de tüm bina sakinleri fenol kokan odaya uğradılar. Kiracılar bu iş için hizmetçilerini de göndermiyorlar, fırsattan yararlanmak için kendileri geliyorlardı…”

Komşunun ölümü bir trajedi değil, kolektif bir gösteriye dönüşür. Fenol kokusunu almak için sıraya giren apartman sakinleri aslında başkasının sonu üzerinden kendi canlılığını test eder. “Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi?” cümlesi bu yüzden buz gibidir: Hayata dokunduğumuzu, ancak ölüm bize çarptığında hissederiz. Burada merhamet bile sahici olmaktan çok, kendi varlığımızı kanıtlamanın bir yöntemidir.

Dikkat etmişsinizdir; inancı, tüm hakaretleri bağışlamak olan insanlar vardır bu hakaretleri bağışlarlar gerçi, ama hiç unutmazlar. Ben hakaretleri bağışlayacak kadar iyi bir yapıda değildim ama sonunda onları unutuyordum hep. Benim kendisinden nefret ettiğime inanan biri, onu geniş bir gülümseme ile selamladığımı görünce apışıp kalıyordu. O zaman, yapısına göre ya bendeki ruh büyüklüğüne hayran oluyor ya da ödlekliğimi küçümsemeyle karşılıyordu, oysa bu davranışımın nedeni basitti: Adını bile unutmuştum adamın. İlgisiz ya da nankör kılan aynı sakatlık o zaman büyük ruhlu hale getiriyordu beni.…”

Clamence’ın affediciliği, yüksek ruhluluk değil, sıradan bir unutkanlık olabilir. İşte tam bu noktada ahlakın absürtlüğü parıldar: Niyet değil, görünen sonuç önemlidir. Unutmak bağışlamakla karışır; ilgisizlik yüce gönüllülüğe dönüşür. Demek ki erdem ile kusur arasındaki çizgi çoğu zaman bizim niyetimizde değil, başkalarının gözündedir.

Bu pasajlar birleşince, Camus sert bir soru sorar: “İyilik dediğin şey, gerçekten ötekinin iyiliği için mi, yoksa kendi varlığını onaylamak için mi?” Ve asıl rahatsız edici cevap şudur: Belki de ikisini ayırmak imkansızdır. Düşüş, ahlakı yargılamaz; ahlakın absürtlüğünü açığa çıkarır. İnsan, körü karşıdan karşıya geçirirken bile, aslında kendi karanlığını taşır.

Clamence yalnızca bireysel bir çöküşün değil, toplumsal bir vitrinin sökülüşüdür. Kendini iyilikle parlatan bir avukat figüründen, köprüde yankılanan bir çığlığın sessizliğine düşen çıplak bir insana dönüşürken, Camus’nün asıl ifşa ettiği şey, dürüstlük anlayışımızın performatif doğasıdır. İyilik, kimsenin görmediği anda sınanmaz; sadece o anda sınanır. Ve Clamence’ın adımlarını hızlandırıp eve dönmesi, hepimizin modern vitrinlerinin kırılganlığını gösterir: İyi insan olma çabası, başkalarının bakışına bağımlı bir koreografidir.

Ancak Düşüş’ün en sarsıcı tarafı, Camus’nün bu ifşayı soğuk bir yargıya dönüştürmemesidir. Amsterdam’daki “yargıç-tövbekar” barı yalnızca Clamence’ın kişisel mahkemesi değil; hepimizin kendi sesini yankılayan bir itiraf odasıdır. Modern insan, sosyal medyada kendi günahını ifşa ederek ahlaki üstünlük devşiren “itiraf ekonomisi”nin tam ortasında, Clamence’ın stratejisini yeniden sahneler: Önce kendini yık, sonra herkesin suçunu gör. Düşüş, bireysel bir trajedi değil, kolektif bir aynadır.

Camus’nün işi, felsefi bir cevap değil; içten içe yakan bir sorudur: Eğer bütün iyiliğimiz kendi kendini ikna etmekten ibaretse, eğer ahlak dediğimiz şey köprüde suya düşen bir çığlığa sırtımızı dönmek kadar sessiz bir anın üzerine kuruluysa… o zaman biz kime dürüstüz? Kendimize mi, yoksa inşa ettiğimiz vitrinin hayaletine mi?

Sonuçta: Clamence uzun süre “ahlaklı” görünür, hatta “iyi” eylemler sergiler, ama köprüdeki sessiz an onun dürüstlüğünü sınar. Kafka’da Joseph K. “ahlaklı” olmaya çalışır ama sistem içinde zaten suçludur; yargılanan dürüstlüğü ya da iyiliği değil, prosedüre uyumudur.

Suçlu kanun nezdinde yakalanmadığı sürece suçsuz mudur?

Güncellenme Tarihi
  • 07 Ağustos 2025, 16:24
Yazının Adı
Dürüst, İyi ve Ahlak Dava’sının Düşüş’ü


Önceki
Rahmetli