Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Eksik, Kırılgan ve İşte “Ambivalan İnsan”

Eksik, Kırılgan ve İşte “Ambivalan İnsan”

İnsanlık tarihi boyunca bize bir efsane anlatıldı: İnsan, ne istediğini bilen, kendini gerçekleştirmeye and içmiş, adım adım evrilen bir erdemler varlığıymış. Adeta kendi ruhunun CEO’su gibi, stratejik planlarla ihtiyaçlarını sıraya koyar, önce karnını doyurur, sonra bir ev bulur, üçüncü çeyrekte aşka yelken açar, dördüncüde saygı görür ve sonunda tabii ki... “kendini gerçekleştirir.” Diyorum ki klasik ihtiyaç teorileri -özellikle Maslow’un ünlü hiyerarşisi- insanı daima pozitif bir gelişim ekseni üzerine yerleştirdi. Ona göre insan; önce karnını doyurur, sonra güvende hisseder, ardından aidiyet duygusuyla bağlanır, saygı kazanır ve en sonunda “kendini gerçekleştirirdi.” Bu model, elbette ki düzenliydi. Hatta biraz fazla düzenli. O kadar ki, insanın karanlık, kaotik, çelişkili doğasını tamamen dışladı. Şayet Maslow’un piramidinde kaybolmazsanız, ödülünüz: ideal, dengeli, doymuş bir varlık olmanızdır. Tebrikler, artık bir PowerPoint sunumuna dönüşebilirsiniz!

Ama küçük bir sorun var: İnsan denilen bu yaratık hiçbir zaman düz çizgilerle yaşamadı. O, eksik, kırılgan ve -evet, belki de en skandalı bu- ambivalan bir varlıktır. Yani ne yapacağı belli olmayan, hem ağlayıp hem gülen, hem yaratıp hem yıkan, hem sevilmek hem yalnız bırakılmak isteyen bir tuhaflıktır. İnsan, sadece huzur, başarı ve güvenlik peşinde koşan bir varlık değildir. Aynı zamanda mutsuzluk, korku, çatışma, yıkım, hatta boşluk deneyimiyle derinleşen bir varlıktı. Kendisini anlamak için bazen parçalanmak, yaratmak için yıkmak, yakınlaşmak için uzaklaşmak zorundaydı. Kısacası: insan ambivalandır.

Ambivalans: Yani İnsan Olmak Bir Nevi Tezatlar Sirki

Ambivalans, kişinin aynı anda birbirine zıt iki duyguyu barındırabilme lüksüdür. Sevmekle nefret etmek, güvenmekle kuşkulanmak, yaratmakla yok etmek arasında gidip gelmek… Dışarıdan bakıldığında kararsızlık gibi durur ama aslında tam tersidir: Bu, insan olmanın en sahici halidir. Freud’un Eros ve Thanatos’u neydi sanıyorsunuz? İçimizde bir yanda çiçek eken, öte yanda tırpanla gezen iki karakterin sürekli kavgası. Melanie Klein ise sevdiğimiz nesneleri neden zaman zaman kırıp dökmek istediğimizi bize erken çocukluk dönemimizden fısıldar: Çünkü insan tek bir şeye sabitlenemez, o çoklu bir kaotik anlatıdır.

Varoluşçu dostlarımız da ambivalansı bir özgürlük meselesi olarak ele alır: Sartre’a göre insan özgürdür, ama bu özgürlükle ne yapacağını bilememek gibi küçük bir sorunu vardır. Kierkegaard ise bu durumun adını koymuştur: Kaygı. Hem yürümek isteriz hem olduğumuz yerde kalmak. Hem sonsuzluğu arzularız hem dizi izlemeye devam ederiz. Bu ikircikli yapı, insanın zayıflığı değil; aksine onun dönüşebilmeyaratıcı olabilme ve ahlaki derinlik kazanabilme kapasitesidir.

 

Bastırılmış İhtiyaçlar: Karanlıkta Gelişen İnsan Çekirdekleri

Klasik kuramların görmezden geldiği ya da görse de hemen halının altına süpürdüğü birtakım ihtiyaçlar vardır. Bunlar öyle "başarı", "aidiyet", "saygı görmek" gibi CV'ye yazılabilir cinsten değil; daha çok terapi odasında gözyaşıyla karışık çıkan türden. Klasik kuramlar, ihtiyaçları yalnızca pozitif ve uyumlu yönleriyle ele alır. Oysa insanın kriz anlarında, travmalarla, çatışmalarla ya da sistemik bastırmalarla karşılaştığında ortaya çıkan ihtiyaçları vardır ki, bunlar hem karanlık hem de varoluşsal olarak kurucudur:

  • Yıkıcılık İhtiyacı: Fromm’a göre, yaratma gücünü kaybeden birey, “O hâlde bari yok edeyim” diyerek yıkımda anlam arar. Patolojik gibi görünür ama aslında varlıkla pazarlığın ta kendisidir. Bu yıkıcılık, bir saldırı değil, bir “var olma çığlığıdır.”
  • Duyarsızlaşma İhtiyacı: Günümüzde en yaygın halk sağlığı sorunlarından biri. Travmaya karşı “hissetmeme” hâli, başta bir önlem gibi gelir ama sonra bütün bir yaşam tarzına dönüşür: Anestezili varoluşlar.
  • İnanmak ile Kuşku Duymak: İnsan, bir şeye tutunmak ister—tanrı, bilim, influencer fark etmez—ama bir yandan da bu bağlılıktan rahatsız olur. Her şeyin anlamı olmalı deriz, sonra gelen bildirimle unuturuz.
  • Sahip Olmak ile Bırakmak: Bir şeyi almak isteriz çünkü boşluk can sıkar. Aldıktan sonra da “boğuluyorum” diye ağlamaya başlarız. Tüketim kültürü bu döngüyü “alışveriş bağımlılığı” gibi sevimli etiketlerle pazarlamayı ihmal etmez.
  • Yakınlık ile Ayrılık: Sarılmak isteriz ama fazla sarılınca “bunalıyorum” deriz. Aşk hayatımız, WhatsApp mesajlarının mavi tikle gelen trajedisinde yaşar bu ambivalansı.
  • Tutarlılık ile Tutarsızlık: Kim olduğumuzu bilmek isteriz ama değiştiğimizde bunu inkâr ederiz. Bir gün spiritüel guru, ertesi gün nihilist mem—Instagram biyolarımıza sığmayan kimlikler taşıyoruz. Kimlik bütünlüğü arzusu ile değişim ve melezleşme ihtiyacı arasında sürekli bir salınım vardır. İnsan hem “ben buyum” demek ister hem de “değişiyorum.”

Daha detaylı bakalım mı?

İyilik ile Kötülük Yapmak

İyilik yapmak insana içsel bir huzur verir, öyle diyorlar. Kimi zaman bir yaşlıya yol gösteririz, kimi zaman kapıyı tutarız, hatta arada bir telefonumuzu uçakta sessize alırız—insanlık onuruna hizmet eden küçük dev jestler. Ama bir de işin öbür tarafı var: Biraz iğnelemek, pasif-agresif bir bakış atmak, yardım etmeyerek “hayır deme gücünü” yaşamak… Bunlar da pek yabancı değil bize. Çünkü insan, sandığınız kadar iyi değildir. Ama tam olarak kötü de değildir. Yani… arada bir yerde. Belki de nevi şahsına münhasır bir etik ambivalans fosili.

Evet, iyilik yapma ihtiyacı vardır. Ama bir o kadar da kötülük yapma dürtüsü pusudadır. Birine yardım ederken “iyiyim çünkü güçlüyüm” deme hazzı; kötülük yaparken ise “intikam değil, sadece denge” diyerek içsel adalet komitemizi tatmin etme eğilimi… İkisi de insana “doğru” geliverir. Zira ahlaki pusulamız, kuzeyi her sabah yeniden tanımlar.

Dostoyevski bunu yıllar önce yazdı ama biz hâlâ “sabah meditasyonunda şefkatle dolup, öğleden sonra Twitter’da linç çetesi kurma” ambivalansına şaşırıyoruz. Oysa bu insan olmanın kılcal damarlarında akan bir çelişkidir. “İyiliğin kendisi olmak istiyorum” derken içten içe şöyle geçiririz: “Ama herkes benim iyi olduğumu da fark etsin. Mümkünse alkışlasın.” Kötülük yaparken ise şöyle savunuruz kendimizi: “Bunu onun iyiliği için yaptım.” Çünkü insanoğlu kötülüğü bile pedagojik ambalaja sarmakta ustadır.

Bir çocuğun oyuncağını paylaşmak istememesi, bir yetişkinin LinkedIn’de yardımlaşma etiketiyle kendi CV’sini pazarlaması, ya da komşuya kek verirken aynı anda “biraz da kıskansın” hissiyle pişirilen tatlılar… Bunlar iyilik ve kötülük arasında salınan günlük mini-tragedyalardır. Kimi zaman fazlasıyla kibarız çünkü “kaba” biri olmak istemeyiz; kimi zamansa nazik davranmayarak “özgün” olmanın huzuruna erişiriz.

Bu ambivalans pazarlamada da sahneye çıkar. Markalar hem dünyayı kurtarır hem doğayı kirletir; “etik markayız” derken Bangladeş’teki atölyelerde günde 16 saat çocuk işçi çalıştırır. Ambivalans burada artık sadece bir ruh hali değil, bir kurumsal stratejidir.

Sonuç? İyilik ve kötülük yapma arzusu, insanın içsel tezatlar tiyatrosunun başrolleridir. Hangisi galip gelir bilinmez; ama sahne daima ikisine birden ayrılmıştır. Kim bilir, belki de gerçek etik, bu ikisini de bastırmak değil; ikisini birden fark edip zaman zaman iyi bir kötülük ya da kötü bir iyilik yapmanın kaçınılmazlığını kabul etmektir.

İnanmak ile İnanmamak

İnanmak, insanın en içli, en saf arzularından biri sanılır. Elbette, kime sorsak “güven benim için her şeydir” der. Oysa gerçek şu ki: Güven, çoğu zaman bir hazırlıksız yakalanma fantezisidir. Herkese güvenmek isteyen bir yanımız vardır, ama kapı çaldığında peephole'dan bakan ilk refleks de hâlâ oradadır.

İnsan doğası ambivalansla yoğruludur, evet; ama konu inanç olunca bu durum iyice karikatürleşir. İnanmak isteriz çünkü kontrol edemediğimiz dünyada bir anlam sabitesine tutunmak fena olmaz. Ama aynı zamanda inanmamak isteriz, çünkü biraz yaş almış her homo sapiens bilir ki: İnsanlar hayal kırıklığı üretiminde seri üretim bandı gibidir. Sevgilimize güveniriz ama Instagram'da son beğendiği fotoğrafı da hızlıca kontrol ederiz. Hocasına hayran bir öğrenci, “kesin intihal yapmıştır” şüphesiyle bibliyografyasını tarar. Influencer’a “bizi düşünüyor” diye bağlanırız, ama indirim kodunun %3 komisyonunu öğrendiğimizde yüzüstü kalırız. İşte bu; modern zamanın “şeffaf” ambivalansıdır: Hem inanmak isteriz hem ifşa etmek. Hem bağlanmak isteriz hem de çürütmek.

Freud bu durumu görse “aktarım yaşanıyor” derdi; Foucault ise “bilgi-güç ilişkisi” üzerinden yapısal bir analiz çıkarırdı. Ama biz, sıradan ölümlüler olarak, her gün şu ikilemin içinde savruluruz: “Kalbim ona inanıyor ama beynim Google’a sor diyor.” Güven pazarlanabilir de bir şeydir artık. Markalar güven satar. “%100 doğal”, “tamamen şeffaf”, “müşteri memnuniyeti garantili”… Halbuki güveni en çok vurgulayanlar, genellikle ona en çok ihanet edenlerdir—tıpkı “ben asla yalan söylemem” diyen birinin, tam da o an yalan söylemesi gibi.

İnançla kuşku arasındaki bu dans, modern bireyin zihinsel pilini günde üç kez bitirir. İlişkilerde bu ambivalans bir tür sessiz travma olarak yaşanır: “Ona güveniyorum ama WhatsApp son görülmesini kapattıysa vardır bir şey.” İş hayatında bu, “yöneticim bana değer veriyor ama yine de mailde cc’ye patronu eklemiş” diye kodlanır. Ve elbette bu güven-şüphe ihtiyacı, yalnızca kişilerle sınırlı değildir. İnsan Tanrı’ya da böyle yaklaşır: Hem inanır hem pazarlık yapar. Hem dua eder hem “yine de ben bi sigortayı yaptırayım” der. Bilime inanır ama “bu kadar kesin bilgi de ürkütücü” diye iç geçirir. İdeolojiye bağlanır ama içten içe “bizi de kullanıyorlar galiba” diye söylenir.

 

Arınmak ile Kirlenmek

İnsanlığın uzun tarihine baktığımızda bir şey hemen göze çarpar: Ne zaman bir şeyleri “temizlemek” istesek, önce mutlaka bir şeyleri kirletmiş oluruz. Hem de büyük bir hevesle. Sonra tören başlar: sabun, dua, detoks, özür, meditasyon, daha fazla sabun. Bu döngü, Homo Sapiens’in kirlenmeden arınamama ambivalansı olarak antropolojik mirasımıza kazınmıştır.

İnsan, bir yandan steril olmak ister—bedeniyle, zihniyle, geçmişiyle. Ama aynı anda kendini çamura bulama dürtüsü taşır. Çünkü sadece tertemiz olmak sıkıcıdır. Aşırı hijyen, varoluşsal bir kansızlığa yol açar. O yüzden zaman zaman "ahlaki çamura" düşmek, biraz kendini dağıtmak, yasakla flört etmek iyileştirici bile olabilir. Nietzsche, günümüzde yaşasaydı belki de şöyle derdi: “Arınmak istiyorsan, önce iyi bir şekilde kirlenmelisin.”

Detoks diyetleri bunun için vardır: Üç gün boyunca hiçbir şey yemeyip sadece limonlu su içerek arınırsınız—ama önce haftalarca tıkınmak gerekir. Ruhsal olarak da benzer bir tablo var: Kimse durduk yere arınmak istemez; önce günaha girmek, sonra günah çıkarmak gerekir. Zaten modern insanın iki temel modu vardır: kirli haz ve steril pişmanlık.

Ve tabii bu ihtiyaç da pazarlama sektörü tarafından ıskalanmamıştır. Kozmetik endüstrisi, “doğal içeriklerle derinlemesine temizleyen” ürünlerle hem kiri teşhir eder hem temizliği satar. Detoks çayları, arınmanın yeni kutsal iksirleridir. Ruhsal alan da boş durmaz: “Negatif enerjilerden arınmak için tütsü”, “karmik geçmişinizi temizleyen kristaller”, “içsel pisliğinizi silebilecek dijital şifacılar.” Arınmanın kendisi bir gösteri nesnesine dönüşürken, kimse kirlenmenin ne kadar keyifli olduğundan bahsetmez—oysa kimse temiz bir gömlekle devrim yapamaz.

Ambivalans burada doruktadır: İnsan hem saf olmak ister hem de saf olmanın vereceği tekdüzelikten korkar. Bir yandan “şeffaf” olmak isteriz ama bir yandan da “bizi çözemesinler” diye üç katmanlı persona kullanırız. Hem ruhsal çıplaklık isteriz hem de Instagram filtresiyle poz veririz. Temizlik arzusu ile karanlık çekim arasında gidip gelmek, insan ruhunun klasik swing’idir. Freud yaşasaydı, belki de yeni bir dürtü tanımlardı: Purificatus libidinis – arınmaya duyulan erotik ilgi. Ve unutmayalım, bazı insanlar kirlenerek temizlenir. Yasak bir şeyi deneyimledikten sonra tövbe etmek, bazen öyle sahici bir arınma sağlar ki; steril kalmış bir hayatın sağlayamayacağı derinlikleri açığa çıkarır. Kirlenme, yalnızca fiziki değil; etik, estetik ve ideolojik bir sınır ihlalidir. Bu ihlal olmadan, arınma sadece köpüklü bir illüzyondur.

Pazarlama dünyası, ambivalansı çoktan keşfetti. Artık ürünlerimiz yalnızca ihtiyacımıza değil, çelişkimize de hitap ediyor. “Günahkâr tatlar” hem suçluluk hem haz içeriyor; “organik şıklık” hem sadelik hem gösteriş vaat ediyor. Tüketiciye şöyle sesleniyorlar: “Hem bireysel ol, hem trende uy. Hem sağlıklı beslen, hem de kalorili tatlıyı hak ettiğini düşün.”

Ve sosyal medya? O tam bir ambivalans lunaparkı. Görünmek için selfie çekiyoruz, sonra görünmekten sıkılıp dijital detoksa giriyoruz. Herkes birbirinin hayatını izliyor ama “özel hayatıma saygı” etiketiyle paylaşımlarına müdahale edilmesini istemiyor.

Neden Ambivalansı Tanımak Gerek? (Spoiler: Çünkü Zaten Öyleyiz)

Toplum bize tek yüzle yaşanacağını öğretti. Hep pozitif, hep planlı, hep üretken olmalıyız. “Kendini gerçekleştir” çağrısı altında, sürekli gülümseyen, özdisiplinli, tatmin olmuş bireyler olmamız bekleniyor. Ama içimizde biri hâlâ boş boş tavana bakmak istiyor. Bir diğeri ise bütün bu kendini geliştirme meselesine “ne gerek var?” diyerek içinden sessizce homurdanıyor. Ambivalans bu noktada sadece bir psikolojik durum değil; bir etik duruştur. Hem kendimizi hem de başkalarını tekil, pürüzsüz, cilalanmış varlıklar olarak görmekten vazgeçtiğimizde, daha empatik ve sahici bir dünyaya adım atabiliriz. Çünkü herkesin içinde bir miktar çelişki vardır—kimileri bunu saklar, kimileri ise filtreyle paylaşır.

İnsanız, öyleyse ambivalanız.

Ahmet Altan’ın Geceyarısı Şarkıları adlı kitabında “Darmadağınık” adlı denemesinde dile gelen parçalanmışlık, bireyin içindeki çelişkilerle bölünmüş benlik hâli, ambivalans insan kavramını neredeyse melankolik bir sarhoşlukla örneklemektedir. Yarım kalmış arzuların, tamamlanmamış düşlerin, başkasında aranıp kendinde yitirilen anlamların girdabında çırpınan Altan, modern insanın hem doluluğa hem boşluğa aynı anda meftun oluşunu satirik bir iç çekişle resmeder. “Bir yanım kitap okumak istiyor, bir yanım bekârlığı oynuyor” diyen Altan, gündelik yaşamda arzunun parçalı rotasına teslim olmuş postmodern bir Don Kişot gibi kendi içindeki Sancho Panza’yla didişmekte. Ne kendini tüketen iştahından vazgeçebilir ne de onunla doyar. “Ateş ve acıyla susadım” diyen bu figür, ne yazık ki aşkı içmekle sönmeyen bir yangının ortasında, hem yanan hem yakan bir çelişki olarak kalmaktadır. Altan’ın ironik üslubunda, insanın içindeki yarımların her biri diğerinin felaketi olurken, tutarsızlık maraz değil, varoluşsal bir yasa haline gelmektedir. Bu bağlamda Altan’ın kalemi, ambivalans insanın içsel dağınıklığını yalnızca teşhis etmez, onu edebi bir düzensizlik ilkesi olarak estetize eder.

İnsan doğası mı? Hadi canım, iki kutuplu bir çizelgeye sıkıştırmaya çalışmak, gökkuşağını griye indirgemek gibi! Can Dündar’ın (https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/can-dundar/40-5280653) yumuşak tonu aldatmasın—bu yazı, ambivalansın ta kendisini dillendiriyor; hem de öyle Sartre’ın varoluşsal sancılarıyla değil, doğum lekesiyle kefen arasında salınan bir “ben”in mutfağından çıkan felsefi menüyle! Çocukken iyiydik, sonra kötüyü tattık, kırıldık, kirlendik, ama hâlâ gülümseyebiliyorsak ne âlâ... Çünkü burada insan dediğin, hem “örs” hem “çekiç”; hem “mağrur” hem “rezil”; hem “zulmeden” hem “acı çeken.” Sahi, kim demiş merhametle şiddet düşmandır diye? Onlar aslında birbirine dert ortağı, hatta belki mutfağın arka gözünde aynı tencerede kaynayan iki kardeş duygudur. İyilerle kötüler ip çekişmiyor artık; ipin kendisi zaten iyilikle kötülükten örülmüş, anlamadıysan mesele sende. Neticede pasta mumlarının faturası hayatın pastasını geçtiğinde, insan anlıyor ki ideolojiler çocuksu bir iş... Asıl mesele, içindeki çatışmayı sahiplenip onu bir sanat formuna çevirebilmekte—adı da olgunlukmuş güya, ama aslında bildiğin iç savaşta estetik ustalığı.

Sonuç: Biraz Eksiksen, Çok Normalsin

İnsan, tamam olduğu için değil; eksik olduğu için insandır. Bu eksiklik, onun potansiyelidir. Ambivalans ise bu eksikliğin şiiridir. Onu bastırmak, bireyi robotlaştırır, toplumu ise otoriterleştirir. Tam tersine, ambivalansı kabullenmek; yaratıcı, etik ve estetik bir varoluşa kapı açar.

Klasik kuramlar bizi tek yönlü karakterlere dönüştürmeye çalışır: Hep güçlü, hep motive, hep hedef odaklı… Oysa gerçek insan hem ışığı hem gölgeyi taşır. Sevgisini de öfkesini de. Sadakatini de ihanetini de. Ve belki de en insanca olan, bu karanlıkla birlikte yaşamayı öğrenmektir.

Maslow’un piramidini unutun. Belki de en gerçek ihtiyaç, insanın bir türlü “tam” olamama özgürlüğüdür.

İnsan… evet, şu “düşünen hayvan” denilen, ama çoğu zaman yalnızca “kararsız memeli” gibi davranan tuhaf canlı. Ne tam iyi, ne tam kötü. Ne yerleşik, ne göçebe. Ne suskun, ne bağırgan. Meğerse biz, Maslow’un çizdiği o muntazam piramidi değil; kendi iç çelişkilerimizin yamuk prizmasını yaşıyormuşuz.

Bir yandan iz bırakmak isteriz—belki bir kitap, bir çocuk, ya da en azından TikTok’ta 1000 izlenme. Ama aynı anda “benden kimse haberdar olmasın” diye karanlık modda yaşarız. Kimliğimizi inşa etmek için yıllar harcarız, sonra bir gece “yeter be, ben kimim ki zaten?” diye bütün yapıyı kendimiz yıkarız. Ne kök salmak ne göçmek derdimiz; biz her sabah yeni bir “oluş hâli”yle uyanan mütemadiyen bocalayan bir türe mensubuz.

Duygusal alanda işler daha da karışık. Sevdiğimiz kişiyi boğazlamak istemek, ama aynı anda ona sıcacık çorba yapmak… İşte aşk budur. Bir gün “bensiz yaşamasın” deriz, ertesi gün “biraz kendi başına kalsın, belki kişisel gelişir” temennileri kurarız. İtaat ve başkaldırı arasında sarkaç gibiyiz; hem düzen isteriz hem onun yıkımını hayal ederiz. Sadakatle ihanet arasında öyle hızlı geçişler yaparız ki, Wi-Fi bile yetişemez.

Zihinsel tarafta da tablo iç açıcı değil: Bilgiye taparız ama cehaletin konforundan vazgeçemeyiz. Google’a her şeyi sorarız ama sonunda yine kendi fikrimize güveniriz. Karar vermek isteriz ama menüde çok seçenek varsa fişi çekip Netflix açarız. Kontrol manyağıyız ama arada bir “bırakıyorum, evren halletsin” diye tüm sorumluluğu kuantuma paslarız.

Sosyal ilişkiler? Onlar da bir tür mayın tarlası. Görünür olmak isteriz ama mahremiyetimizin kutsallığı için savaşırız. Takip ederiz ama izlenmekten huzursuz oluruz. Birini sahiplenmek isteriz, ama özgürlük onun da hakkı deriz. Uzlaşmak isteriz ama çatışma çıkmadan da ilişkiye duygu gelmez gibi gelir.

Bedensel-estetik alanda ise bir tarafımız “arınmış bedenimle doğaya döneceğim” derken, diğer tarafımız “evet ama önce şu çikolatalı pastayı tıka basa yiyelim” diye bağırır. Minimalizme hayran kalırız ama vitrinde parlayan şeyleri görünce Gollum’a bağlarız: “My precious!” Bedenimizi süsleriz çünkü sade olan gösterilmez; sonra sadeleşiriz çünkü süslü olan “fazla” bulunur. Yani bir gün yoga, ertesi gün zincir kebap.

Ve neticede ne mi olur? İnsan; eksik, kırılgan, ambivalans içinde kıvranan bir trajikomedi figürüdür. Ne olduğu tam belli değildir, ne olacağı hiç belli değildir. Kendini inşa eder, sonra sorgular, sonra unutur, sonra yeniden başlar. Arzular ve pişman olur. Sarılır ve iteler. Minimalist yaşar, sonra ihtiyaç kredisiyle avize alır.

Ama belki de tüm bu çelişkiler içinde en dürüst olan hâlidir. Çünkü tek yönlü, net, sade, sabit olan sadece tanıtım broşürlerinde bulunur. İnsan, sürekli çelişen, ama bu çelişkilerle dans etmeye çalışan bir varlıktır. Ve o dansın adı, işte budur: ambivalans valsi.

O hâlde siz siz olun, piramitlere değil; paradokslara inanın. Ve unutmayın: Kendinizle çelişiyorsanız... çok büyük ihtimalle hâlâ yaşıyorsunuzdur.

Küçük bir not. Dikkatli okur fark etmiştir. İyilik ve/veya kötülük demedim. İyilik ile kötülük dedim. Çünkü “ve”, “ile” sadece bağlaç değil iki farklı dünyayı anlatıyor. Şöyle ki;  

“Ve” ile “ile” arasındaki fark, sadece bir bağlaç farkı değil, insanlığın birlikte olma fantezisi ile gerçekten birlikte olabilme beceriksizliği arasındaki trajikomik uçurumdur. “Ve” ayrımcıdır, diplomatik bir el sıkışmadır; yan yana gelinir ama iç içe geçilmez, mantıklı ama mesafelidir: kahve ve sigara, kitap ve okur, yönetici ve vicdan... Her biri kendi dünyasında yalnızdır ama görünürde birliktedir. Oysa “ile” bir eylem (Barad’ın deyimiyle eyleşme-intraction) zorunluluğudur, bir bedel ödetir: kahveyi sigara ile içersen, dumanı da içine çekmek zorundasındır; sevgili ile yaşamak, onun kıl tüy meselesiyle de yaşamaktır. “Ve” vitrindir, “ile” mahzen. “Ve” söylemdir, “ile” deneyim. Bu yüzden modern insan “ve”yi sever: bağlanmadan bağ kurar, kavuşmadan birlik hayal eder. Ne var ki hakikat daima “ile”de gizlidir, çünkü yaşam dediğimiz o çetrefilli koreografi, estetik bir “ve”nin değil, sürtünmeli ve terli bir “ile”nin ürünüdür.

Güncellenme Tarihi
  • 11 Mayıs 2025, 00:46
Yazının Adı
Eksik, Kırılgan ve İşte “Ambivalan İnsan”