Bilindiği üzere Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un, 2 Kasım 1917’de Siyonist hareketin lideri Lord Rothschild’e gönderdiği Balfour Deklerasyonu olarak adlandırılan mektup, Filistin topraklarında bir “Musevi devleti” kurulması için Britanya hükümetinin elinden geleni yapacağını bir açıklamıştır. Mektubun gönderilmesinden kısa süre sonra yani 11 Aralık 1917’de İngiliz General Allenby tarafından Kudüs’ün işgali gerçekleştirilmiştir. Britanya bu mektupta belirttiği ve taahhüt ettiği gibi bir devletin kurulması için sonraki süreçte de gereğini yapmıştır. Filistin topraklarının İngilizlerin kontrolüne girmesini takiben bölgeye kitlesel Yahudi göçlerinin yolu açılarak demografi hızla değiştirilmiştir.
3 semavi din tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’te üç dinin mensupları yaşayagelmişlerdir. Yahudiler için de bölgeye gelip yerleşmenin dini bir boyutu bulunduğundan Yahudi göçleri birinci dünya savaşından daha önceye kadar uzanmaktadır. 1882 yılında Rusya ve Romanya bölgesinden 25 bin Yahudi ile başlayan göç dalgaları artarak devam etmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında göç eden kişilerin sayıları artarak devam etmiştir. Özellikle Birinci Dünya Savaşından sonraki göçler demografiyi değiştirmeye başlamıştır. Çünkü hemen savaş sonrası dönemde Yahudilerin oranı %10’a tekabül etmektedir. Demografinin değişimi ve yeni yerleşim alanlarının inşası, Filistinlilerin yerleşim alanlarının ellerinden alınmasını beraberinde getirmiştir.
Yahudiler 1920’de Haganah’ı, 1931’de Irgun Z’vai Leumi terör örgütlerini kurarak şiddet eylemlerine de başlamışlardır. Araplar artan Yahudi nüfuzu karşısında 1920’de Filistinliler ayaklanmışlar çıkan çatışmalarda her iki taraftan da ölen yaralananlar olmuştur. Bu çatışmalar 1920 ve 1930’lar boyunca yer yer devam etmiştir. Çatışmalar 1948 de İsrail devletinin ilanı öncesi ve sonrasında da devam etmiştir. Örneğin 9 Nisan 1948 tarihli Deir Yasin Köyü katliamında aralarında hamile kadınların ve çocukların da olduğu 254 kişi hunharca katledilmiştir. Sonraki on yıllar boyunca milyonlarca Filistinli ülkesini terk etmek başka ülkelerde kamplarda yaşamak zorunda kalmıştır. O tarihlerden bu günlere hayatın her alanında her anında şiddet devam etmektedir. O günden bugüne yaşananları, yaşatılanları ifade etmeye ne kelam ne kalem yeter.
Olağanüstü şiddetin hemen her gün hayatın her alanında rutinleştirildiği, sistematikleştirildiği bir süreç artık yüzyılı aştı. Örneğin utanç duvarı şu an orada var olduğu, durduğu her saniye boyunca 24 saat kesintisiz bir şiddet aracıdır. Ya da Batı Şeria’da ikamet eden birisinin Kudüs’e gitmesine asla izin verilmemesi, her saniye süren bir şiddet değil midir. Gazze’ye yönelik karadan ve denizden yürütülen abluka, bir şiddet değil midir. Artık her Ramazan-ı Şerif ayında Mescid-i Aksa’ya asker postallarıyla girilerek ortalığın tarumar edilmesi tüm İslam Dünyasına yönelik sistematik bir şiddet değil midir. Artık kaçıncı defadır Mescid-i Aksa’yı yakmaya cüret ve teşebbüs etmek tüm İslam Dünyasına karşı fütursuzca bir şiddet değil midir. Onlarca BM kararını yok saymak tüm BM üyelerine ve sistemine karşı bir şiddet değil midir.
Geçen yüz yıl boyunca meselenin üzerinde konuşulmadık, tartışılmadık, araştırılmadık, yazılmadık boyutu kalmamıştır. Hususen sosyal medyada bir kısım zevat meseleyi bilmiyormuş gibi davransa da her şey artık ayan beyan bilinmektedir.
Filistin sorununun bugünkü izdüşümünde Araplar bizi sırtımızdan mı vurdu sorusunun ve sorgusunun ne bir anlamı ne de bir önemi Filistin meselesi bağlamında yoktur. Araplar Yahudilere toprak sattılar safsatasını her şiddet tırmandığında sürekli ve yeniden piyasaya sürmenin meselenin esas mahiyetini tahrip noktasında bir hükmü de yoktur. Bugün yaşananların faturasını bunlara çıkarmaya çalışmak da meselenin zeminini kaydırmaya matuf beyhude bir çabadır. Üstad Nuri Pakdil duygularıma çok güzel tercüman olmuş
Kalbimin yarısı Mekke'dir, yarısı Medine
Üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır
Kalın sağlıcakla…