Derin, kapsamlı, kendine getirici bir tavsiye. Ama aması var…
Kendini bilebilene, bulabilene, bulup bilebilene aşkolsun. Tapınağın girişine bunun yanına
keşke bir de “kendin ol” yazsalarmış diye düşünürüm. Kendini bilmek, bilmek için bulmak,
bulduğunun sen olduğundan emin olmak üst üste konduğunda ciddi anlamda çetin bir sınav.
Toplumsal ve genetik mirasla yüklendiğin kişilik üstüne giydiğin ya da giydirilen dışsal bir
sürü kimlikler ve tüm bu ağırlığın altında ezilen zavallı bir kendilik. Kişilik ve harici kimliğe
karşı mücadele vermeden insanın kendi olmasından bahis çok ama çok zor ve fakat imkânsız
değil.
Kendini bilme, bulma ya da kendin olma yolunda insan işi meşguliyetler ve mabetler insana
ya yönünü saptırtıyor ya da yolu cidden uzattırıyor. Hayat her şeyin tersini gösterecek kadar
uzun olmakla birlikte neticede çoğumuza kısa gelen ömürde kendi olma veya kendini bulma
yolunu tamamlayanlar gerçekten çok bahtlı.
Bir ara sapma ve sapıtma konusunda düşüncelerimi yazmalıyım sanırım. İnsanın sonradan
sapıttığına pek ihtimal vermem, genelde baştan öyledir de ne yapar ne ederiz ve çoğunlukla o
halini görmezden geliriz. Sapma ve saptırma demişken bu arada keşke mabedi para değil doğa
olsaydı insanın ve Cündioğlu’nun hatırlattığı gibi insan bilseydi ki ya “gel-ol-ve-git” ya “git-
ol-ve-gel” mümkün. Olmaya direnmek... Olmaya olmaya olur mu, olmaktan kaçınarak insan
kendini bulur mu bilemedim. Bu arada bulmak üzerinde de düşünmek zaruri. Ne de olsa
yaşamda bulmak istediğini düşünen birçok insan bulmaktan çok bulunmak arzusundadır;
çünkü kaybolmuşuzdur. Zaten bulmak kendi içinde eksik bir arzudur özellikle bulduğunla ne
yapacağını bilmiyorsan. Bir taraftan bilmek seni aramaktan uzaklaştırır çünkü bildiğini
bulmaya çabalamazsın, zaten bilmektesin. Bilmediğini ise bulamazsın çünkü bulsan bile
bilmediğin için bulduğunun aradığın şey olduğunu fark edemezsin, yani tam bir paradoks bu
bulma işi.
İnsanın kendi olması günümüz şartlarında hem kolay hem oldukça zor. Her şeyden önce öyle
alışkanlıklarımız var ki gerçeğin yerini almış olan. Mesela yazılarda büyük büyük laflar edilir,
insan konuşur lakin anlamdan pek de haberdar değildir, yola bilinenden çıkar, nesneye
bakarken özneyi terk eder. Anlamadığını itiraf etmedikçe anlamaya başlayamaz insan. Neyse,
iki etkeni çok önemli buluyorum bu bulma ve olma konusunda:
Göz ve avlu.
Ne demek mi istiyorum?
Göz sözün cesaret edip gidemediği yerlere ulaşır. Karanlıklar arasına saklanmış olsa da
görmesi gerekeni eninde sonunda görür. Görene, bulana kadar endişeli, gördükten, bulduktan
sonra rahattır ama bazen burnunun ucundakini göremez. Göz, ezelden, en yüksek mertebeden
tahsillidir, yan bakar, dik bakar, şehla bakar, süzgün bakar, mahmur bakar, mahzun bakar,
fettan bakar, şuh bakar, çocuksu bir merakla bakar ama bakar...
İyi bir okuyucudur, çaktırmadan rahatlıkla aklı, gönlü, niyetleri okuyabilir. Göz iyi bir
dümencidir. Hatta kapalıyken dahi görür, duyguları okuyabilir. Bir yandan acır, sever, iftihar
eder, hayranlık duyar, coşar diğer yandan tiksinir, kin, öfke, hınç duyar. Rutinleri vardır.
Mesela özleyince önce uzaklara dalar, sonra hatıraları getirirken yaşarır bazen de
seğirir. Nadiren cesur, belki de dik kafalı olsa da halden anladığı, ortamdan kaçtığı
zamanlarda olur. Bazen utangaçtır, sık sık temastan kaçınır, ayak altında olmamak için bilerek
uzaklaşır. Türlü türlüdür. Ceylan gözlü, ahu gözlü, çekik gözlü, yılan gözlü, kumru gözlü,
mürdüm gözlü, badem gözlü, ebru gözlü diye betimlenir. Rengârenktir. Siyah, ela,
kahverengi, yeşil, mavi, menekşe, kızıl gül renkli… Kaş ve kirpikle donanmış göz bir elden
daha fazla dokunur. Bir ağızdan daha fazla konuşur. Göz dilden daha fazla tadar. Göz
kulaktan daha fazla duyar. Dil bu kıvrılabilir, kulak bu asmayabilir, el bu çekinebilir ama göz,
göz dosdoğrudur. Dilin söyleyemediğini, elin yapamadığını, kulağın duymadığını göz
tamamlar. Ayrıca gözün şiveli, cilveli dili vardır, hünerlidir. Ölçüp biçer, istediğinde
yakınlaşır, öyle ki göz gözün içine girer. İstemediğinde ise araya aşılmaz mesafeler koyar.
Ayrıca gönlün tek yareni olan gözün rayihası vardır, mis gibi amber kokar, uyku kokar, nergis
kokar, mest kokar, aşk kokar.
Gözün kalemi de vardır, inceden inceye yazar. Bazen dolup da akmayan bazen sel olup coşan,
sokağa taşan gözyaşları mürekkebidir. Kızdı mı neşter kadar keskindir, şahbazı av eder,
baktığı her şeyi hizaya getirmede sihirbazdır, efsunludur. Kahkahayı da hıçkırığı da pek sever.
Sürgüne gönderdiği aşkın, umudun, pişmanlığın rengini alıverir. Ve her şey eninde sonunda
ona düşer. Ak düşer, kara düşer, gölge düşer, perde düşer, su düşer, ağrı düşer, yol düşer,
kendini görmek düşer. Kendiniz göremeyen kendini bulamaz. Görmek için her şeyden
bağımsızlık gerekir oysaki insan aynaya bakarken bile kendi aksini sade görmekten acizdir ya
yanlı kusur görür ya da yanlı kusursuzluk. Kendine kendi dışından bakamadığında görmek ne
mümkün.
Göze batmayan diğer bir etken ise avlulara çıkmıyoruz artık eskisi gibi, mesela. Avlu önemli
mi önemli bir mekân. Sokağı sahiplenemezsiniz ama avluyu kendinize mal edebilirsiniz.
Sokaktan farklı bir mekân olan avluda oturup, seyirciye dönüşmemek için saatlerce
yaşadığınızı, hissettiğiniz listelemek istediğiniz oldu mu hiç?
Oldum olasıya avluları severim, sık sık kendi avluma kaçarım.
Avlu özel bir alandır, bir ferahlık, güvenlik, hayat alanı. Dış duvarları değil daha çok iç
duvarı, boşluğudur önemli olan. Zaten bir mekânı mekân yapan döşemesi, mobilyası değil
boşluğudur. Bir meydan okumadır avlu. Sınırsız, sıcak ve gürültülü bir dış dünyadan sonra
kuzulu kapıdan saygıyla eğilerek girilen sessiz sınırlı karşıtlıktır. Sınır deyip geçmeyin, sınır
varlığın temelidir. Eşiksiz yerlere izinsiz girilir oysaki avlu, duvarı ve kapısı o eşiktir.
Mahremdir, bir o kadar da anaç. İçerdeki evlerin kapısı ve penceresi avluya açılır. Pencerenin
çerçevesine yerleşen avludan bakıldığında ağaçların, insanların, hareketleri, sesleriyle
zamanın akmakta olduğu fark edilir. Avlunun içinde yan yana sıralan evler, müştemilatın
çatıları ve cumba çıkmaları gözün değişik açıları takip ederek sürekli uzak noktalara doğru
gezinmesini sağlar. Sükûnetin yerleştiği avluda geçmiş ve gelecek, duvarda yarıklar sıva
çatlakları her hali görmüş geçirmiş ve dingindir. Avlu sokak gibi değildir, avlu da her gün
gösteri ötesi bir şeyler olur. Evden taşan her bedenin kendine ait bir ritmi vardır, bu ritim
hayatı şimdiye bağlar.
Avluda bazen gerçekten zaman durur, ne zamanki ağaç dallarını rüzgâr kımıldatır,
penceredeki sinekliği kapıp götürür, yerdeki siyah poşeti havalandırır işte zaman o vakit
akmaya başlar. Avluyla aileler “vatanlaşır”, sıkışık dokulu sokakta her zaman her yerde
hüküm süren ama bir türlü yönetemeyen kurallar, yasaklar avluda yoktur, belki de o yüzden
sokağı değil yaşadığı avluyu sahiplenir insan. Dışarıda gün ışığının altında ya da ayazda
kıvranırken gölge ve sıcaklık bulabileceğiniz tek konfordur avlu. Dış dıştır iç avlu ise el
emeği, birikmiş deneyim, hüner, cesaret ve alçakgönüllülük barındırır. Avlu yaşayan ve
yaşatan, arındıran, besleyen bir mekândır.
Duvarların dibinde dut, olmazsa elma, o da olmazsa bir erik ağacı, ona dayanmış asma,
tenekelere dikilmiş sardunya, yanında bir çeşme, arkasında güllerin dibinde eşelenen tavuklar,
yer genişse ördekler, kazlar. Muhakkak bekçi bir köpek, kiremitli avlu duvarında gezinen
kediler. Ve tabii ki en hakim yerinde bir divan. Çocuklar büyüklerin gelişini kucaklarına
atlayarak kutlar, karşılar, boyunlarına sarılır. Avluda yağmurdan sonra olan çamurda kalan
ayak izlerini takip etmek bile eğlendirir onları.
Mekân davranışı belirlemede etkendir. Ferah mekânların insanları ferah olur, dar, sert, köşeli
mekânların ise dar, sert ve köşeli. Alışma yeridir avlu, bir nevi rehabilitasyon yeri hem dışarı
çıkarken hem evin içine girerken. Zaten avlu denmez “hayat”tır onun adı.
Hadi bir kendiliğimiz varsa avlumuza çıkıp sohbet edelim, rahatlayalım.