Luang Prabang’da , dillerde efsane olan; Mekong’da güneş batımını yakaladık . Gerçekten de şiir gibiydi. Akşam nehirden yükselen nem, güneşin bir an önce batıp kaybolmasını engelliyordu. Gün geceye devrilirken, nehrin üzerindeki nem, bu güzel görüntüyü uzattıkça uzatıyordu.
Mekong Nehri’nde, gün boyunca turunu tamamlamış onlarca upuzun tekne, artık limana yanaşmış yan yana dizilmiş dinleniyorlardı. Bu uzun teknelerle, kaptan gündüz yol alıyor, karısı, yiyecek içecek bir şeyler satıyor gün boyu teknede. Oğulları karaya yanaşırken çımacılık yapıyor, kızları tuvaletleri temizliyor. Akşamları da seyir esnasında nehirden tuttukları balıkları pişirip afiyetle yiyorlar. Sonra yataklarını çıkarıp, güvertede, yıldızlara bakarak yatıyorlar… Teknelerin küpeştelerinde, teneke saksıların içinde rengarenk çiçekler var. Eğer şansları yaver gider de çok balık tutarlarsa , ipe dizip yol boyunca giderken kurutuyorlar. Yine ipe asılı çamaşırları da balıkların yanında kuruyor.
Akşam vakti, karnımız acıkmıştı, kaç gündür sulu bir şey de yememiştik. Bu akşam yine etli, sebzeli , noddlela yapılmış çorbalarından içelim dedik, üç gece öncesini hatırlamayarak… Ben yine acılı sosları koydum, afiyetle içtim çorbamı. Sonra gece pazarında dolandık, geç vakit olunca da, Sabaidee Teyze’nin otelindeki odamıza gittik, yattık. Ama gece yarısı vücudum beni uyandırdı, belli ki kızmıştı yine bana… Üç gün önce yediklerinden ders almadın, yine acı yedin, midenin dinlenmesine izin vermedin, ben isyan çıkarıyorum ve içtiğin o acılı çorbayı, zinhar istemiyorum dedi. Vücudumun istedikleri karşısında boynum kıldan ince, ne yapalım?
Uykusuz geçen bir gecenin sabahının beşinde uyandık, özel bir törene katılacaktık.
Aim Töreni; Monkların günlük tayınlarının dağıtıldığı seramoni… Monklar yaşamak için çalışıp para kazanmadıklarından, sabahları, halk onların pirinçlerini ve diğer yemeklerini koyuyor sepetlerine. Tabii artık bu tören günümüzde turistik olmuş, şimdiki tapınaklarda, monklar yemeklerini kendileri pişirip yiyiyorlar. Çok eski zamanlarda, yiyeceğe ulaşmak çok zor olduğundan, köylü kendi yetiştirdiği pirincini monklarla paylaşırmış ki, onlar da köylüler için bol bol ibadet edebilsinler diye.
Törenin nerede olduğunu daha önceden öğrenmiştik. Tören 5.30 da başlıyordu. Yol boyunca, haşladıkları pirinçleri bambu kaplarda satan köylü kadınları gördük, herkes bunlardan alıyordu. Vakit kaybetmeden hızlı hızlı seramoninin yapıldığı caddeyi bulduk. Budist turistler kaldırıma sırayla oturmuşlar, ellerinde pirinç dolu bambu kapları, şekerlemeler, daha envai çeşit yiyeceklerle bekliyorlardı. Bir süre sonra turuncu giysileriyle monklar sırayla geçmeye başladılar sepetleri önlerinde... Herkes, monkların sepetlerine, getirdiklerini koymaya başladı. Monkların sepetleri de haşlanmış pirinç, sigara , şekerleme, vs ile dolmaya başladı. Öyle ki, belli yerlere plastik çöp kovaları koymuşlar, Monklar sepetleri haşlanmış pirinçle dolunca, gidip çöpe boşaltıyorlar, yeniden sıraya girip Budist turistlerin sepeti doldurması için önlerinden geçmeye devam ediyorlar. Sadece haşlanmış pirinçleri atıyorlar çöp kovasına, paraları, sigaraları, şekerlemeleri, muhafaza ediyorlar. Budist turistlerin arasına arada, batılılar da karışmış, onlar da Monklar önlerinden geçerken bir şeyler koyuveriyorlar sepetlerine. Monkların köpekleri de onları yalnız bırakmıyor, seramoniyi birlikte geçiyorlar…Yavaş yavaş gün ışımaya başladı, bir gece önce vücudumun yine beni cezalandırmasıyla boş midem guruldamaya başladı, ne yiyecektim? Kafama göre bir şeyler yersem kızdırıyordu. O anda şimşekler çaktı kafamda; zavallı mideme haşlanmış pirinç çok iyi gelirdi, ahh o çöp kovalarına attıkları pirinçlerden biraz bana verselerdi de ben de kızgın mideme kendimi affettirebilseydim. Ama seramoni alanındaki çöpleri karıştıracak halim yoktu. Sabahın köründe, bambu kaplarda, pirinç satan kadınların oraya gittik ama onlar çoktan gitmişti. Fikir yürüttük; köylü kadınlar haşlanmış pirinçlerini sattıktan sonra, bir yerlerde pazarlarını açmışlardır. Tarlalarından, bahçelerinden topladıkları meyve sebzeleri, sabah pazarında satmaya başlamışlardır diye. Biraz arayınca, yürüttüğümüz fikrin doğru olduğunu kanıtladık. Ama biz, tezgahlarda meyve, sebze değil, sabahki seramoniden kalmış haşlanmış pirinci arıyorduk. Pazarın içinde biraz ilerleyince, tezgâhın birinde, sabahki bambu kaplardan bir tane gördük. Belki de köylü karnı acıkınca kendisi yemek için saklamıştı pirincini. Ama o değil ben yiyecektim o lapayı. Kaç lira bu dedim? Köylü kadın şaşkın gözlerle bana baktı? Bunu mu istiyorsun diye sordu.
Evet dedim, Gülerek yan tezgâhtaki komşusuna bir şeyler söyledi, herhalde bu turistler de bir garip, Aim seramonisi bitti, bunlar hâlâ haşlanmış pirinç peşinde diye dalga geçiyordu bizimle. Komşu tezgahlardaki kadınlar da bakıp bize güldüler ama umrumda bile değildi, haşlanmış pirinçlerimi aldım, yanına bir de közlenmiş tatlı patates aldım. Umarım midem beni affederdi, kendisine sunduğum bu hediyelerden sonra.