Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Homo Reklamus, Çıplak Hayat ve Bölünmüşlük

Homo Reklamus, Çıplak Hayat ve Bölünmüşlük

Fromm’a göre insan, doğanın kucağından kovulmuş, Tanrı’yla vedalaşmış, ama hâlâ kiminle buluşacağını bilemeyen bir varlıktır. Ne tam bir birey ne de bütüne ait bir parça. Varlık kriziyle doğmuş bir canlı türüyüz: Bizim türümüz. Birlik isteriz, çünkü parçalanmışızdır. Ama aynı zamanda özgürlük isteriz, çünkü kendi yasalarını yazmak isteyen küçük tanrıcıklarız. Ve işte çelişkinin başladığı yer tam burasıdır.

“Ben ben olayım, ama biriyle olayım; beni sevsin, ama beni boğmasın; hem ait olayım, hem özgür kalayım.” Freud bir sigara yakar, Jung rüya defterini karıştırır, Fromm ise kaşlarını çatar: “Bu denklem nasıl çözülecek evladım?”

Düşünmeye başladığımız andan itibaren bölünmüşüzdür. Ne büyük bir trajedi! Hayvanlar doğayla iç içe, sürüleriyle huzurlu; biz ise, ekran başında yalnızlıktan patlayıp Twitter’da “anlam arayışı”na giriyoruz. Birlik istiyoruz, ama kastettiğimiz, çoğunlukla içi boş bir beraberlik: “Benimle hemfikir ol ki, yalnız hissetmeyeyim” türünden yapıştırma bir aidiyet.

Yalnız mısın? Bağlanamıyor musun? Sevemiyor musun? Sorun değil. Günümüzün birlik reçeteleri hazır: influencer meditasyonları, NFT tarikatları, Star Wars’tan sloganlar ve tabii ki “freedom is being yourself” yazılı kupa bardakları. Fromm der ki: İnsan sevilmek için değil, sevmek için yaşar. Modern insan ise yalnızca beğenilmek için yaşar. Kendini pazara çıkarır, CV’sine ruhunu iliştirir. Artık homo sapiens değiliz; homo reklamus’uz. “Ben kimim?” sorusunun yerini çoktan şu aldı: “Beni kim, kaç beğeniyle seviyor?”

Bölünmüşlüğümüzü gülümseyen emojilerle maskeledik. Fromm buna “yabancılaşma” derdi, biz “kişisel marka” diyoruz. Ama derinlerde bir yerlerde hâlâ ait olmak istiyoruz. Hem de yalnızca bir yere değil, her yere. Her topluluğun ucundan tutup, hiçbirine derinden bağlanmadan bir birlik fantezisi kuruyoruz. Ama birlik, çaya atılan şeker gibidir; erimeyi, çözülmeyi gerektirir. Kendinden vazgeçmeden birlikte olmak kolay değildir. Bu yüzden sevgi ürkütür. Daha kolay olanı seçiyoruz: sürüye katılıp birlikte havlamak ve ardından gururla “kendim oldum” demek.

Fromm’un dediği gibi, gerçek birlik bireyliği silmeden bütünleşebilmektir. Ancak bu kulağa fazla zahmetli geliyor, özellikle “kendin ol” mottosunu tişört yapmış bir çağda… O yüzden reklamlar hâlâ işliyor: “Bu parfümü sür, ait ol. Bu kulübe gir, tamamlan. Bu uygulamayı indir, yalnız değilsin.”

Artık kimse sadece yaşamıyor; herkes yaşarken bir şey satıyor, bir şey satın alıyor. Ve bu “şey”, çoğu zaman hayatın bizzat kendisi. Yaşam önce soyuluyor: etik, estetik, politik ve öznellikten… Sonra ambalajlanıyor. Bir zamanlar anlamlı bir bütün olan hayat, şimdi IKEA montaj kılavuzu gibi parçalara ayrılmış durumda. Geriye kalan, çıplak, ruhsuz bir varoluş. Ve üzerine yapıştırılan parlak etiket: “yaşam tarzı.”

Agamben’in “çıplak hayat” dediği bu varoluş hali, bir zamanlar insanı insan yapan tüm anlamlardan sıyrılmış bir yaşama indirgenmeyi ifade eder. Bugün bu çıplak hayat, dijital vitrinlerde “lifestyle” etiketiyle yeniden satışa sunulmakta. Stoklarla sınırlı değil, ama hayal gücüyle sınırlı.

Peki bu çıplak yaşam neden bu kadar kolay kabul görüyor? Çünkü sistem onu sterilize ediyor: duygusuz, risksiz, ideolojisiz, ama bol promosyonlu. Hayat, bir uygulama gibi işliyor: Basic sürümü herkese açık; düşünmek, direnmek, sorgulamak gibi özellikler ise yalnızca “Premium Paket”te mevcut. Kredi kartınız onaylanırsa insan olabilirsiniz. Onaylanmazsa, üzgünüz: çıplak hayatla devam.

Agamben’e göre modern insan artık “istisna hali” içinde yaşamaktadır. Ne tam vatandaşız ne tam dışlanmışız; ne güvendeyiz ne tehdit altındayız. Her an askıdayız. Askıya alınmış kimlikler, askıya alınmış özgürlükler. Modern kamp artık tel örgülerle değil, takipçi sayısıyla örülüyor. Kamp her yerdedir. Wi-Fi sinyali çektiği sürece, istisna hali oradadır.

Ve bu kampın nüfusu kimlerden oluşuyor? Fromm’un karakter tipleriyle tanımladığı dijital yurttaşlardan:

“Alıcı karakter,” sabah ilk iş olarak ruhunu telefona bağlar, gün içinde kendisine hazır kişilikler indirir. “Bugün hangi ben olsam acaba?” derken, aslında hiçbir benliği yoktur.
“Sömürücü karakter,” her tartışmadan bir kimlik, her fikirden bir nefret devşirir. Twitter’da devrimci, gerçek hayatta pasiftir.

 “İstifleyici karakter,” beğeni, takipçi, yorum biriktirir ama kendisini tanımaz. “10K takipçim var ama hâlâ yalnızım,” diye sızlanır.

Ve pazarlanabilir karakter? O zaten sistemin gurur kaynağıdır. LinkedIn’de “network uzmanı,” gerçekte “kimseye güvenemeyen” biridir. CV’sine “insan” yazamaz; o yüzden “takım çalışmasına uygun yapay kişilik” yazar.

Tüm bu karakterler, sisteme uyumun farklı biçimleridir. Oysa Fromm’un “üretici karakteri” neredeyse sessizdir. Çünkü onun merkezinde sevgi, özgürlük, yaratıcılık ve bütünlük vardır -ama bu değerler bugün “fazla ham,” “fazla organik,” ve tabii ki “fazla az kazançlı” bulunur. Dolayısıyla raftan kaldırılmıştır.

Sistemin sunduğu tek “özgürlük,” Agamben’in de belirttiği gibi bir “form-of-life” değil, “form-of-consume”dur. Yaşamak değil, yaşanır görünmek makbuldür. Instagram’da mutlu, Twitter’da öfkeli, LinkedIn’de başarılı... Hepsi birer performans.

Form-of-life, yani anlamlı bir yaşam biçimi, sistem için tehlikelidir. Çünkü gerçek yaşam sorgulama, üretim ve aidiyetleri reddetme cesareti ister. Sistem ise yalnızca seçim yapan, ama asla sorgulamayan bireyler ister. Bu yüzden özgürlük, menüdeki tatlılar gibidir: Glutensiz mi? Vegan mı? Soslu özgürlük mü? Hiç sorun değil. Yeter ki “menü dışı” bir şey istemeyesin. Gerçekte sunulan tek özgürlük: tüketim özgürlüğüdür.

Bölünmüşlük bugün yalnızca bir sosyolojik gerçeklik değil, aynı zamanda bir ekonomik stratejidir. Toplumu “biz” ve “onlar” diye ayırmak, yalnızca bir siyasal taktik değil; aynı zamanda hedefli pazarlamanın altyapısıdır. Damgalanmışlık artık bir utanç değil, bir sadakat programıdır. “Ötekiler” yalnızca tehdit değil, veri setidir. “Bizimkiler %40 indirimli, onlarınki sansürlü.”

Kimlikler artık organik değil, sentetik olarak üretiliyor. Tıpkı Agamben’in kampında olduğu gibi, kişi her an dışlanabilir. Bir tweet, bir etiket, bir arkadaş listesi... Bunlar artık aidiyetin değil, dışlanmanın delilleridir. Böyle tekinsiz bir çağda hukuku algoritmalar, vicdanı bildirimler belirliyor. Hata yapmak değil, hatırlanmak yasak. İnsanlar bu yüzden bölünmüşlüğü içselleştiriyor. Çünkü bütünlük emek ister, bölünmek ise kolaydır.

Baudrillard’ın dediği gibi, simülasyon gerçeği katlediyor. Ekranlar o kadar parlak ki, gerçeği göremiyoruz. Düşünce yerine tüketim; aidiyet yerine algoritma; varoluş yerine profil optimizasyonu geliyor. Her şey görünür, hiçbir şey hissedilmez. Çünkü artık yaşamıyoruz; yalnızca yaşanıyormuş gibi görünüyoruz.

Gerçek direniş, belki de Fromm’un “üretici karakteri”ni hatırlamakta yatıyor. Yaşamı tüketilecek bir nesne değil, paylaşılacak bir süreç olarak görmekte. Agamben’in “form-of-life” adını verdiği şeye cesaretle sahip çıkmakta. Kendin gibi yaşamak, reklamsız bir benlikle var olmakta.

Ama bu özgürlük sepete eklenemiyor.

Ve indirimde değil.

Güncellenme Tarihi
  • 06 Nisan 2025, 09:17
Yazının Adı
Homo Reklamus, Çıplak Hayat ve Bölünmüşlük