Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İdeolojinin Mutfağında İnsan

İdeolojinin Mutfağında İnsan

Bugün yaşadığımız dünya, birbirine yapışmış ideolojilerin mutfağında beslenen bir topluluk gibi. Bir yanda özgürlük adına atılan sloganlar, diğer yanda güvenlik için yükselen duvarlar; bir yanda eşitlik adına verilen mücadele, diğer yanda piyasanın acımasızlığı. Hepsi birbirini dengelediğini iddia etmekte ama gerçekte hepsi aynı sofrada payına düşeni kapma telaşında. İnsanlık, ideolojilerin tarif ettiği dar menüler arasında sıkışıp kalmış.

İdeoloji dediğimiz şey yalnızca “neyi savunduğumuz” değil; aynı zamanda “neyi hiç düşünmediğimiz”, hangi ihtimalleri baştan çöpe attığımız. Bugün “merhamet ekonomisi” adı altında aklanan tüketim alışkanlıkları, sistemin mantığını sorgulamayı imkansızlaştırmakta. “Daha az ırkçı, daha az cinsiyetçi bir kapitalizm” talebi, aslında batmakta olan gemideki şık bir can yeleği: suyu kovayla boşaltır, batışı geciktirir, ama iptal etmez. İdeoloji, diyalektiğin motoru olan “negasyonu” susturmanın en gelişmiş teknolojisi: karşıtlığı kriminalize eder, çelişkiyi “toksik” ilan eder, krizi bireysel ahlak eksikliğine tercüme eder. Dağ gibi çöp adalarını görürüz; ama gözümüzü aynaya değil, çöp kutusunun kapağına dikeriz: “Ben biraz daha dikkatli geri dönüştürsem her şey yoluna girer.” İşte yönetilen suçluluk böyle işler.

İdeolojiler tarih boyunca hep “tek doğru tarif” olarak sunulmuş. Orta Çağ’da kilisenin dogması Tanrı’nın mutfağından tek öğünlük menü çıkarırmış; farklı bir tat arayan sapkın ilan edilmiş, yakılacak cadı olmuş. Aydınlanma çağı kendi dogmasını getirmiş: akıl ve ilerleme tek baharat sayılmış. 20. yüzyılda faşizm ve komünizm, insanlığın bütün sofralarını “tek doğru yemek” adına zorla kapatmış. Liberal kapitalizm ise kendini nihai mutfak gibi sunarak menünün çeşitliliğini taklit etmiş. Ama gerçekte her ism, her “-izm”, gerçeğin sonsuz olasılıklarını dogmaya indirgemiş.

Tarih buna tanıktır. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarı, kısa sürede giyotin gölgeleriyle karıştı. Sovyetlerin işçi ütopyası, açlık ve Gulag sofralarına dönüştü. Liberal kapitalizmin özgürlük vaadi, kredi borçları ve tüketim bağımlılığıyla insanları zincirledi. Her ideoloji, sofraya yeni bir tat getirdiğini iddia etti; ama sonunda dayattığı yemek, aynı baskının farklı çeşnisinden ibaret kaldı.

Bugün sol/sağ çekişmesinin cazibesi de aynı oyunu oynamakta: iki taraf aynı madalyonun iki yüzü gibi; altyapıyı değil, yalnızca makyajı tartışmakta. Biri “daha kapsayıcı şirket” isterken, diğeri “daha otoriter şirket düzeni.” İkisi de dolaşımı sürdürmenin tekniği. “İnsan hakları”, “demokrasi” gibi kutsallar ise Noel Baba’ya benzeyen performatif inançlara dönüşmüş: herkes “inanıyormuş gibi” yapıyor, çünkü kimse oyunu bozmak istemiyor.

Düşünün: binlerce yıldır sofraya oturuyoruz ve önümüze hep “tek doğru yemek” diye dayatılan tabaklar geliyor—Orta Çağ’ın koyu çorbası, Aydınlanma’nın akıl baharatı, faşizmin tek tip ekmeği, komünizmin eşitlik güveci, kapitalizmin çeşit gibi görünen ama aynı yağda kızarmış menüsü… Hepsi bize karnımızı doyurduğunu söylüyor; ama gerçekte yalnızca açlığımızı yönetiyor: kimi tatları yasaklıyor, kimini gizliyor, kimini şekerle kaplıyor. Biz sofradaki tabağı seçtiğimizi sanıyoruz, oysa baştan beri aynı mutfaktayız: ideolojinin mutfağı. Asıl soru şu o zaman: hâlâ sana sunulan tabağın tadını mı tartışıyoruz, yoksa nihayet kafamızı kaldırıp mutfağın duvarlarına bakmaya cesaret ediyor muyuz?

Şimdi şu mutfağa girelim, farazi olarak. Önünde bir tencere kaynıyor. Burnuna gelen koku yalnızca yemek kokusu sanıyorsun. Hayır. Bu, seni yönetmenin kokusu. İdeoloji, buhar gibi yükselir: görünmezdir ama boğazını sızlatır. Çünkü insan farkında olsa da olmasa da bir ideolojinin mutfağında oturmakta. Sofraya gelen her yemek yalnızca mideni değil, zihnini de doyurmakta; her tabak, sana bir “dünya görüşü” servis etmekte.

Bir tarif kitabı açıyorsun. “Soğanı kavur, sonra salça, sonra baharat.” Tarif seni rahatlatıyor. Ne yapacağını biliyorsun. Ama sormuyorsun: bu kitaptan hangi sayfalar çoktan yırtılıp atıldı? Neden bu baharat var da diğeri yok? Çünkü ideoloji yalnızca tadı değil, düşünmeyi de tarif ediyor. Hiç kimse hayatın tüm karmaşıklığını tek başına anlayamaz; bu yüzden tarifler -yani ideolojiler- kolaylık sağlar. Ama aynı tarifler, seni bazı tatları hiç denememeye mahkûm eder. Tıpkı bir çorbanın içine konmayan şeyin de çorbanın kimliğini belirlemesi gibi, senin dünyan da dışladıklarınla kurulur.

Market koridorunda yürüdüğünü düşün. Elin “organik/kooperatif/yerel çiftçi” etiketli domatese gidiyor. İçinden bir huzur yükseliyor: “Ben iyilik yapıyorum.” Ama aslında satın aldığın şey domates değil, vicdan. Zizek’in kahkahası kulaklarında çınlıyor: Sen batmakta olan gemiden sadece küçük bir kepçe su boşaltıyorsun. Domates tabağa gelince karnın değil, suçluluk duygun doyuyor. İşte böyle: küçük seçimler, organik domates, geri dönüşümlü bardak, askıda hayat, %1 bağış… Bunlar iyi niyetlidir ama çoğu kez sistemi değiştirmez, yalnızca vicdanı besler. Zizek’in keskin uyarısı burada devreye girer: yapısal sorun sürerken, biz tatlıya benzeyen küçük “hamster” zevklerle gerçeği erteleyip kendimizi avutuyoruz.

Tenceredeki çorbaya bak. İçinde neler var? Belki sebzeler, biraz tuz… Ama dikkat et: her çorba, içine koydukların kadar koymadıklarınla da belirlenir. Bu çorba etsizse, ona “vejetaryen” dersin. Yemeğin kimliği dışladığında gizlidir. Tıpkı bizim dünya görüşümüz gibi: kendini “ben buyum” diyerek değil, “ben bu değilim” diyerek kurarsın. İdeoloji sana bir kâse çorba uzatır, ama çorbanın saklı tadını -hiç tatmadığın, unutturulmuş baharatı- örtüp gizler.

Sofra genişler. Asya’da Zen mutfağı fazla malzemeyi çöpe atar; “sadelik” diye fısıldar. Latin Amerika’nın baharatı sömürge tarihinin izini taşır. Mevlevi mutfağında yemek yalnızca bedeni değil, ruhu da terbiye eder. Her tabak, kıta kıta haykırır: Yediğin yalnızca yemek değildir, bir dünya görüşüdür. Demek ki ideoloji evrenseldir: hangi kıtada olursan ol, sofraya gelen tabak seni şekillendirir. Mevlevi mutfağında pişen yemek, yalnızca bedenin değil topluluğun terbiyesidir; “hizmet” görünür iyilikten çok, niyet -biçim- düzen uyumudur. Rumi’nin “şekil donu”nu kırma çağrısı (şekli kır ki öze ulaşasın), biçimsel erdem gösterisini özle karıştırmamayı öğütler. İyilik, jest olmaktan çıkıp örgütlü alışkanlık olamadıkça, ritüel bir performansa indirgenir.

Psikolojideki “tatmin ertelenmesi” deneyini hatırla: çocuğa bir lokum verilir, “beklersen iki lokum alacaksın” denir. İdeoloji de böyle işler: küçük bir jestle (geri dönüşüm, bağış, askıda ekmek) seni oyalarken, büyük yapısal değişimin ertelenmesini meşrulaştırır. Biz, küçük lokumların masasında oyalanan çocuklarız. Sonra tatlı gelir: küçük, şirin, şekerli. Zizek’in hamster hikayesini hatırla (hani eşi ölen adam 6 ay boyunca herkese bir şey yokmuş gibi iyi görünür ama evde hamsteri öldüğünde yıkılmıştır). Bizim de hamster tatlılarımız var: Netflix, TikTok, organik kahve… Onlar sayesinde acı gerçek ertelenir. Tatlı bitince midende yalnızca boşluk kalır. Şimdi sor: senin hamster tatlın ne? Hangi küçük zevk, seni sistemin koca açlığıyla yüzleşmekten alıkoyuyor?

Ve sonunda mutfakta bir karar vermelisin: Kısa yol mu, uzun pişirme mi? Hazır çorba mı, saatlerce kaynayan kemik suyu mu? İdeoloji sana hazır çorba verir: doyarsın ama düşünmezsin. Gerçek yemek ise sabırla pişer; malzemeler birbirine karışır, dönüşür. Belki de ihtiyacımız olan şey yeni bir tarif değil; mutfağın kendisini değiştirmektir. Çünkü ideolojiyi tamamen reddedemezsin, tıpkı yemek yaparken tariflerden bütünüyle vazgeçemeyeceğin gibi. Ama mesele yalnızca tarifi değiştirmek değil, mutfağın mimarisini dönüştürmektir. Küçük jestlerle oyalanmak yerine, uzun pişirmenin sabrına dayalı yapısal dönüşümlere yönelmek gerekmez mi?

Güncellenme Tarihi
  • 14 Eylül 2025, 00:09
Yazının Adı
İdeolojinin Mutfağında İnsan