İletişimin olmadığı yerde hüküm süren ön yargılara dayalı suizanlardır. Aslında bu da bir tür iletişimdir. Çocuklarına karşı ihmalkâr davranan bir babanın tanımlanması için yapılan “var olan babanın yokluğu gibi”, burada da olan “var olan iletişimin yokluğu”dur. Böyle bir iletişim örüntüsü sinsi ilerleyen bir hastalık gibidir, hastalık oluştu ve ilerliyor fakat kişi bunun farkında değildir. Bu hastalığa örnek olsun diye diyabet verilebilir ve bu hastalığın verdiği zararı geri döndürme ya da iyileştirme imkânı yoktur. Önyargılara dayalı iletişim sürecinin (dedikodulara konu olan insan) odağında olan insanın zihni, beyni ve bedeni ve en sonunda ruhu geri döndürülmez yaralar almaktadır. Böyle bir insan, acaba bugün hakkımda kim, ne zaman, ne, nasıl ve ne kadar şey söyleyecek diye beynini radara, söylenecek her bir şeye en azından kendisine cevap olsun diye hikâyeler yazmak için zihnini yazara, yaşananları ve yaşananlara eşlik eden duyguların yükünü taşıyabilmek için bedenini ambara dönüştürür.
“İnsanın zehrini insan alır” sözü doğrudur. İnsan ancak bir diğer insan tarafından anlaşıldığında, önemsendiğinde, olduğu gibi kabul edildiğinde ve onaylandığında ruhunun nefes aldığını hissedebilir. İnsanın ruhuna nefes aldırabilecek tek canlı bu bağlamda yine insandır. Bu sürece tersinden bakıldığında insanın ruhunu hapseden yine insanoğludur. Bu bağlamda insan insanın hem zehri hem de panzehri durumundadır. Kötülük zor iştir, her an tetikte olmayı, sürekli plan yapmayı, her şeyi gözleyen fakat aynı zamanda da görünmeyen olmayı gerektirir. Böyle yaşayan insanların ani kalp krizi geçirme ihtimalleri yüksektir.
Genç yaşta ölme riskleri vardır. Çünkü insanoğlunun anne rahmine düşüp kalbi atmaya başladığı andan ölünceye kadar geçecek sürede belirli bir kalp atım sayısı vardır. Bir başka insanın ruhunu hapse amaçlı yaşayan insanların kalpleri bir günde ihtiyaç duyacakları kalp atım sayısından daha fazlasına ihtiyaç duyarlar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi sürekli tetikte olma kalbin daha fazla kan pompalaması anlamına gelir ki bu kişiler var olan kalp atım sayısı mirasını çok erken yaşlarda bitirmektedirler. İyilik amaçlı yaşayan insanların ise kalp atım hızları normal düzeydedir. Kalp atım sayısı mirasını hoyratça kullanmak yerine dengeli, düzenli ve tutarlı bir şekilde kullanırlar. Çünkü onlar, bir başkasına iyilik yapmanın karşılığını iyilik yaptığı kişiden beklemek yerine Rabbinden beklerler. Yapılan bir iyiliğin karşılığı iyilik yapılandan beklemek iyilik değildir, bu olsa olsa “beklenti alış verişi” olur. Beklentilerin çoğalmasına neden olabilecek böyle bir alışverişte her iki tarafta zamanla güçsüzleşmeye başlar. Çünkü ne kadar çok beklentiniz var ise kontrolünüzü o kadar kaybediyorsunuz demektir. Bu kişiler beklenti zengini fakirlere dönüşür.
Çağımız önce bilgi, sonra internet, sonra iletişim ve en son olarak da hız çağı olarak tanımlanıyor. Bu çağın adlandırılmasında bağımlı ya da bağımsız olarak, insanların hem çok görünür olmaya hem de gizlenmeye, hem her herkesten haberdar olma, hem de kimsenin bilmediği bir kişi olmaya çalıştıkları gözlenmektedir. İster yüz yüze ister sanal dünyada olan iletişimlerde olsun insanın kendisini gizleyerek iletişim sürecinde olma çabası bu sürecin en önemli göstergesidir. Gerçek dünyada var olan iletişimlerde insanın kendisini gizlemesinin en işlevsel, yaygın ve güncel şekli dedikodudur. Başkasını konuşmak ve iletişimin odağına ilgi çekici bir şekilde yerleştirmek kendini gizlemenin tek yoludur. Böyle bir tablonun alıcısı da çok olunca tabloyu pazarlamak çok kolay olmaktadır. Sanal dünyada ise kendini gizleme çok daha kolay, hızlı ve çok daha alıcıya ulaşma imkânı vermektedir. Sonuç olarak; kendini kabul etmek, kendi ile barışık olmak, kendini onaylamak ve kendini sevmek hem fiziksel hem sosyal hem de psikolojik iyi olmaya katkı sağlayacak olan iletişim döngüsünde, insan amaç olmak yerine bir başkasın ya da başkalarının aracı haline gelirse ruhu yara almakta ve nefessiz kalmaktadır. İletişimden şifa bulmak yerine ruhu yara alan insanların yaşayabileceği durumlar ve alabilecekleri tanılardan iki örnek aşağıda verilmiştir.
Birincisi; beynin arayışa çıktığı yolculuğa zihin de el feneri ile eşlik eder beden de hareketsiz kalarak yolculuğa katkı verir ise yaşanan tabloya depresyon denir. Depresyon insanın sürekli konuşmasıdır! Kiminle konuşuyor? Konuştuğu tek kişi kendisidir. Kendisi ile konuşan insan aslında bu konuşmayı beyni ile yapıyor demektir. Öz tahripçi düşünceler, aşırı genellemeler, keyfi çıkarımlar, zihin okumalar ya hep ya hiç şeklinde düşünme ile örülmüş farkındalık alanına Limbik sistemi işgal eden karamsarlık ve keder de eşlik edince insan, yatağından, odasından, evinden değil, kendinden çıkamamaktadır. Düşünce duygu ile, duygu düşünce ile yarışırken beden eyleme hasret. Bir insanı her saniye, her dakika, her saat, ger gün, her hafta, her ay ve her yıl öldürmenin tek yolu onu kendisinden nefret edecek hale getirmektir. Bu da ancak etkileşimler bağlamında oluşan kendilik düşüncesi ile oluşan olumsuz benlik yapısı ile gerçekleşebilir. İnsan kendini sadece gerçek ya da hayali insan ilişkilerinde var edebilir. Bu döngüde olup canı yanan insanlar canını yakanların canını yakabilmek için kendi canını yok etmeyi, bazen düşünüyor bazen ise gerçekleştiriyor. Rabbim bizi duygusal katil olanlardan eylemesin. Duygusal bir katilin kul hakkı borcunu bu dünyada ödemesi zor, ahirette ise mümkün değildir.
İkincisi, iletişim ile yaşanan iletişimsizlik ile bastırılan duyguları kelimelere dökmek yerine eyleme döken insanların, dili susar fakat beden susmaz çünkü beden asla unutmaz. Dilin söylemediklerini beden söylemeye başladığında kişinin alacağı tanı bedensel belirti bozukluklarından herhangi biri olabilir.(Bedensel belirti bozukluğu, hastalık kaygısı bozukluğu, konversiyon bozukluğudur). İnsanlar duygularını saklayarak, bastırarak, yön değiştirerek bazen de inkâr ederek onaylanma, değer görme ve sevilme ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadır. Duyguları bu şekilde yaşayan insanlar diğerlerinin ihtiyaçları ve isteklerine göre ayarlamaktadır. Kendinden başka herkes için hayatı yaşama amacı eninde sonunda katlanılmaz bir hal almaya başlar. Bu kadar kendinden vaz geçerek başkaları odaklı yaşamanın temel amacı, insanlara sunduğu şeylerin kendisine sunulmasıdır. Herkese bu kadar sevgi, anlayış, hoş görü, esneklik, kabul, değer, onay ve sığınak olan bir kişinin bunlara ihtiyacı yok diye düşünülür. Bu çok zengin olan ve herkese para veren bir kişinin paraya ihtiyacı olmaz diye düşünülmesi ile aynıdır. Aslında bu kişilerin başkalarına verdikleri her şeye başkalarından çok daha fazla ihtiyaçları vardır. Psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı bu kadar fedakârlığın uzun süre karşılık bulmaması kişide öfke ve düşmanlığa neden olmaktadır, hissedilen bu öfke düşmanlığı kişi diğer insanları daha çok severek bastırmaya çalışmaktadır. Sevilmeden sevilme umuduyla sevmeye devam eden insanın bedeni bu aşırı yüklemenin ardından isyan etmeye başlar. Tıbbi nedenli olmayan ağrılar, belirtiler, yeti yitimleri, uykusuzluklar, yorgunluk ve belirsizlik için en son gidilen psikolojik danışman bu tablonun nedenin duygularla yaşamak yerine duygularda yaşama olduğunu söylediğinde öfkenin kaynağı kişinin kendisi olur.
İnsan kendini taşımayı başaramadığında onu taşıyacak birini arar, aradığını bulabilmek için herkesi taşır. Hiç kimse onu taşımaya istekli ya da hazır olmayınca hiçbir zaman sahip olmadığı fakat sahipmiş gibi düşündüklerini kaybetme korkusu sürece eşlik edince döngü tamamlanır. Bedenin susması için dilin anlatmaya değil söylemeye başlaması gerekir.
Kendini taşımayı bilmeyen bir kimseyi hiç kimse uzun süre taşımak istemez.
Boşanma ile sonuçlanan bazı evliliklerin temelinde yatan Psikodinamik bu olabilir mi?