Taş yerinde ağırdır, gül en güzel kokusunu dalında iken bizlere sunar, ay on dördünde iken en canlı halindedir, kekliğin yürüyüşünün güzelliği karın beyazlığındadır, yağmurun rahmet oluşu tarlaların bereketinde gizlidir, kışın şiddetli fırtınaları baharın saadetli gülistanlarına hamiledir. Aynen bunun gibi Nâzım Hikmet’in Türkçe’nin en güzel yansımaları olan şiirleri Anadolu’daki İstiklal mücadelesi ile başlar ve sürgünde ölümüyle sonlanır.
Yaşaran gözleri ve hislenen yüreği bu şerefli mücadele için kısa bir süre de olsa etrafı şevklendirir.
Yağmur sepeliyor…yağmur değil bu
Teselli yağıyor sanki göklerden.
Allah’ın kalplere baktığı yerden
Yağmur sepeliyor…geceler serin,
Zulmeti şifalı şimdi göklerin…
Geceler kalbime daha çok yakın!
Geceler bu yaşlar dinmesin sakın,
Gönülden muhtacım serinlemeğe,
İçimden silkinip bir “oh” demeğe…
Bu yakarışın ardından da gelen ses Anadolu coğrafyasında yeni bir şairi ve şiiri müjdeler gibidir.
Sıra servileri anlatan Yahya Kemal
Kısa ömürlü kardelenleri anlatan Haşim
Sokağın bütün halini şiire sokan Akif
Kaldırımların kimsesiz şairi Necip Fazıl
Kendi maverasından ve yüksek perdeden konuşan Hamit gibilerin yanında başlangıçta muti sonunda asi olan ve kitleleri şiirine aşık eden Nâzım’ın sesi duyulmaya başlar.
Ne yazık ki esintiler rüzgâra dönüşmeden şair değiştirir yönünü. Kök salmadan, yuva kurmadan, temel atmadan, vatanı unutmadan, gündüzü doya doya yaşamadan, yazın kemaline varmadan, semanın derinliğine, arzın merkezine ulaşmadan, hiçbir şeyi tamamlamadan, mazinin hasretinde ve istikbalin meşakkatinde alev alev yanarak bir yıldızın düşmesi gibi kayıverir. Önce itikadı sarsılır ve bu sarsılışın nasıl olduğu ise hâlâ karanlıktır. Sonra hapse atılır. Ardından da vatandaşlıktan çıkarılarak sürgüne gönderilir.
Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,
Döğüşenler ölenlerin tutmaz yasını.
Sanat için söylemekten ziyade makinalaşmanın şatafatlı gürültüsünü şiirine sokar. Güneşin ihtişamlı doğuşundan ziyade hüzünlü yani kızıllıklar arasındaki batışı onu ilgilendirir. Anadolu’nun bereketli topraklarında bir şeyler ekmektense Rusya’nın donmuş ve içinden hayatı alınmış topraklarında bir şeyler üretmek ister veya zorunda kalır. Gönülleri fethetmekten çok akıl oyunları ile meşguldür.
Sonunda o da iyilik peşinden koşan her muhalif gibi memleketin sevdasıyla yanıp tutuşur.
…
Ben diyorum ki ona:
“Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan”
“lıklar
aydın”
“lığa..
Yakın tarihimiz münevverlerinden ve şairlerinden çoğunun çektiklerinden hareketle;
cidden herkes artık ‘meşakkat’ bilmez olmuş.
Azim ve sebat ne?
Kimse bir şey ödemek istemiyor,
Ne emek, ne çaba,
O yansın, o,
‘En güzel, en akıllı, en değerli benim’,
Bir de ‘koçlar türetildi başımıza.
Henüz ‘insan’ olamamıştık.
Başka bir ‘mahlukata’ savrulmaktayız, sele kapılan, yele tutsak olan gibi…
Bencillik had safhada.
Hadsizlik arşa değdi.
Oysa had bilmek ne değerliydi .
Sen yanma tabii..
O da yanmasın..
Ben yanarım gibi gibi şeyler söyleyerek canınızı sıkmak bizim işimiz değildir.
Evet biliyorum yanmadan, kavrulmadan 40 yıl hatır bırakacak kahve bile olunmuyor.
Bu oluşumun temel felsefesi her türlü kötülüğe karşı olmaktır. Olumsuzlukların reklamını yapmanın dahi bir olumsuzluk olduğuna inanmaktır. Sabahattin Ali’nin dediği gibi deriz.
Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi:
Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum.
Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı:
İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.
Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı:
Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum.
Sen benim sevgilimsin, sevsen de, sevmesen de,
Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende.