Şark ekspresinin popüler olduğu sonbahar gecelerinin birinde hanım ile sohbetimiz tren yolculuklarıydı. Bu kış biz de gidelim dedik. O günden sonra benim gece nöbetlerim başladı.
O gece bu gece,
O sabah bu sabah olacak diye uykudan uyanarak şark vagonlarında yer arıyordum.
Bir aylık periyotta boş koltuklar dakikalar içinde doluyordu. Ben de nöbet tutmaya başladım.
00.00 nöbeti olmadı,
04.00 nöbeti olmadı,
07.00 nöbetinde kalk borusu ile uyanarak,
elimde telefon ha bire Şark Katarını takip ediyordum.
Hanım tanımasa başka biri var diye aile birliğim bozulacak.
Kaz görmeye gidelim der iken eldeki tavuktan olacaktım.
İki aylık serüvenin sonunda bir sabah hanıma müjdeyi verdim.
Oldu hanım oldu nihayet bizimde kompartmanımız oldu, içinde lambalar yakıp karla kaplı tepeleri ardımızda bırakacağımız çuf çuf içinde rüyalara dalacağımız günler yakın diyerek mutlulukla uyandırdım.
Uyku sersemliği içerisinde kapalı gözler ile mırıldandı,
Amma, uykusuz geçen gecelerin sonuna mı !
Yoksa, Yolculuğa mı? Çözemedim.
Hanım sabah şükür namazını kılmıştır.
Sonradan duyduk ki bu katarlar önceden acentalara rezerveliymiş, kalır ise nöbet bekleyene...
Gün geldi çattı, valizler hazırlandı sabah ezanıyla Antalya üzerinden İstanbul aktarmalı teyyareye bindik. Öğleye çocukluk kitaplarımdaki kazların diyarına uçağımız hafiften tekerleklerini kaz misali yalpa yapa yapa piste kondurdu yavaş yavaş aprona yanaşıyorduk.
Bölgenin anlamına uygun bir iniş olmuştu.
Bizler de başladık alkışa kimimiz öylesine kaptırdı ki ayağa kalkıp alkışlıyor. Sanırsın koşup kaptana sarılacak aha dedim doğunun mistik misafirperverliği tezahür ediyor.
Hosteslerden,
“Sayın yolcularımız uçağımız taksi durumundadır aprona kadar lütfen yerlerinize oturunuz ve kemerlerinizi bağlayınız” anonsu yükseldi.
İniş sonrasında, koridor bileti olanlar patır patır yerlerine oturdu, meğersem koridorda yer kapma peşinde koşanlar alkışlama bahanesiyle kalkmışlar çok şükür aprona varmadan ayaklanma bastırılmıştı.
Hosteslerin işleri zor çıkış esnasında tek tek hostes gücünü kutladım...
Çocukluğumda ne çok izlerdim, Nils ve onun Martin isimli kazının hikâyesini. Okuldan gelince hemen TV karşısına geçerdim. Gezmeyi uçmayı uzak ufuklara gitmeyi çağrıştırıyordu.
Şimdilerde, kaz!
“Define , kazı kazan, kazık kelimeleri çağrıştırıyor, sevimli kaz uçmuş. Tüylerinden yastık yapmışlar. Divit ise hatıratlarda kalmış.
Serhat şehrinde valizlerimizi otele bırakarak başladık turlamaya. Farklı bir duygu. Yollar hâlâ 100 yıl evvelki imarı planını yapan Rusların izlerini taşıyordu. Sokaklar dikey kesişiyor. Her sokak üzerinde okul vs kamu binaları dengeli bir şekilde yerleştirilmişti.
Muhtemelen dayının toprağından geçmediğinden sekiz çizmemişler. Kent merkezini kısa sürede turladık.
Şimdi yakın çevreyi keşfetme vakti gelmişti. Yer yer buzlu kaldırımlardan düşmeden yürümeye çalışıyorduk. Dar sokaklara girerek esnafı ahaliyi analiz ediyorduk. En çok da peynircilerdeki tadımlar bir yanda taze, diğer yanda eski kaşar, öteki köşede gravyer, tezgâhta çeçil peynirlerini bıçağın ucundan tadıyorduk.
Tv gurmeçileri babında lokmaları götürüyorduk. Bir yandan da kime ne götürelim kim ne sipariş verdi diyerek alışverişi son güne bırakmak istemiyorduk.
Peynire karşı bir zaafiyetim olduğu kesindir. Güney Afrika seyahati dönüşü havalimanında 30 kg valizden peynir çıktığında memur şaşalamıştı. İnanmadı valiz içindeki kalıpları gördüğünde ikna olmuştu. Türk aklı, fişleri verip KDV iadesi almıştım. Yıllarca Hollanda’nın sömürge ülkesinde peynircilik iyi bir noktadaydı.
Günü kısa bir gezinti, yeni lezzetler tadarak tamamladık. Akşama otel odasındaki kalorifer peteğinin yanına çöreklenerek yorgunluğumuzu ve üşümemizi atmaya çalıyorduk.
Ertesi sabah erkenden fırınları dolaşıp yöreye özgü hamurları koklayarak otelde kahvaltımızı yaptık. Sonrasında kısa şehir gezintisi ve yakın çevreyi hedefleyerek Çıldır gölüne gitmeye karar verdik.
Dolmuş durağını bulup beklemeye başladık. Hoş oluyor bekler iken sohbetler ediliyor.
Herkesin dilinde aynı dualar “gelse de gitsek, gelse de gitsek” adeta cemaat toplanmış huşu içinde mırıldanıyordu. Son yolcu binince “kaptan dolduk” diye bir ses yükseldi arkalardan,
“Oturgaç” dolmuştu, kara kaptanı koltuğuna hafiften kaykılarak yerleşti. Şapkasını motorun üzerine bırakarak arkaya döndü. “Ücretler”
Paralar elden ele duraklar söylenip uzatılıyordu. Kaptan keyifli bir şekilde tahsilatı yaparak motoru çalıştırdı.
Çıktık otoban olmayan yollara karlar tutmamıştı. Şubat ayının ağırlığı yoktu toprakta zaman zaman kaz çiftliklerinin kenarından geçiyorduk. Hiçbiri Martin gibi özgür değildi.
Kısa yolculuk sonrasında Çıldır dediler, sonsuz beyazlık bizleri karşıladı.
Faytonlar dörtnala buz tutan göl üzerinde geziniyor, atların üzerinde yöreye has kırmızı işlemeler ve savrulan yeleleri beyazlığın içinde bizleri kendine büyülemişti.
Önce fayton turu, yürüyüş sonrası yorgunlukla özel idare restaurantına geçerek bölgeye özgü sarı balık siparişini verdik. Soğuğun etkisiyle lezzetli yağlı balıklar Eskimo usulü buz kırılarak olta veya ağ ile yakalanmaktaymış.
Soframıza kurulduğumuz esnada hal ve kıyafetiyle bölge insanının dışında bir kişi dikkatimizi çekti.
Ağır bedeni taşımak için yürüteç masa kenarında duruyordu.
Sinekkaydı traşı masmavi gözleri seyrek olsa da özenle taranmış saçları masanın üzerinde son dönemin trend aynalı gözlüğü, sol elinin üç parmağında gümüş yüzükler, sol bileğinde sade bir gümüş bileklik, sağ bileğinde mavi kordonlu saati, beyaz t-shirt üzerinde sarkan iri gümüş kolyesi güçlü ve yapılı bu beden tek başına keyifle yemeğini yerken puslu gözler ile beyazlıların ufkuna bakan 85 yaşlarındaki... Delikanlı