Tarihte her çağın kendine has özellikleri var, içinden geçtiğimiz çağın temel özelliğinin “çözülme” olduğunu düşünmekteyim. Hemen hemen her şey inanılmaz bir hızda çözülüyor. Çok sağlam, güvenli, kavi olduğuna kendimizi inandırdığımız, inandırıldığımız kavramlar bir bir bozuluyor. Her bozuluş bir oluş her oluş bir bozuluş, işin sonu nereye varacak kestirmek zor ama işte her şey ortada, bozulmayan çürümeyen ne kaldı? Aile kavramı çözülüyor, sadakat kavramı çözülüyor, itibar kavramı çözülüyor, şöhret kavramı çözülüyor, mahcubiyet kavramı çözülüyor, haysiyet kavramı çözülüyor, dostluk kavramı çözülüyor, adalet kavramı çözülüyor, ahlak kavramı çözülüyor, kurumlar çözülüyor, ülkeler, ideolojiler, sistemler, gelenekler bir bir çözülüyor... İnsan olmak çözülüyor.
Son zamanlarda günlük hayatımızda sıklıkla karşılaşmak durumunda kaldığımız haber sağanağı altında çok göze çarpan bir çözülmenin, insanın kendi iradesinin, haysiyetinin azalışıyla karşılaşmaktayız. İnsanın iradesi kimin elindedir? Kendinin mi kendinden farklı başka bir şeyin mi? Bu arada her insan kendi iradesini ele alabilecek kadar güçlü müdür ne de olsa dönen dünya üzerinde dönmeden durmak zor. Aslında insanın çok büyük bir varlık olduğunu düşünüyorum tabi kendi küçüklüğünü bildiği sürece.
Yakın zamanda gelişen farklı konularda toplum neredeyse ikiye, üçe, beşe bölünmüş durumda. Malum konuların taraflarını haklı görenler, haksız görenler… Sürekli başkalarındaki kabahatleri konuşur durur olduk. Ancak, unutulmaması gereken bir şey var; bir insanın kabahatini gördüğümüz ve bu kabahatlerinden dolayı onları kınadığımız sürece yapılan kabahate ortak olmuyor muyuz? Sürekli başkalarındaki kabahatleri gören gözler, kendinde kusur olmadığını mı düşünüyor? İki kişi bir araya geldiğinde bir başkasını çekiştiriyor. Kendi fırsatını bulsa yapmaktan çekinmeyeceği işten bunu yapanı kınamak insanın bu işte kendi sırasını beklediğinin işaretidir. Neticede eleştirilen her şeyde eleştiren insandan bir parça vardır. Bir insanın konuşmalarına sıklıkla ve çoklukla konuk ettiği neyse, o şey aslında kendinde eksiktir. Yerli yersiz yüksekten eleştirdiği şey aslında o insanın kendisidir. Bastıra bastıra yinelenen o eleştiri gerçekte insanın kendinde bastırdıklarının göstergesidir. İnsan kendi kusurlarını başkasına yansıtmaktan kendini alamaz. Kendinde olan lekeyi başkasında arayarak hem kendini hem diğerlerini tahrik etmekten geri duramaz. Dönemin genel özelliği çoğulcu cehalet, yanlış fikir birliği vb. nedenlerden dolayı kişiye eleştirdiği konunun aksi yönünde her ne kadar doğru bilgi verilerek görüşlerindeki yanlışlar gösterilse de kurbanın yoldaşı kurbandan daha çok acı çekmeye her daim eğilimlidir. Ancak, hiçbirimiz masum değiliz. “Çoğunluk kavramaz karşılaştığı şeyleri. Ne de anlar öğretildiği zaman. Yalnızca öyle gözükür” (Heracleitus).
Elbette, insanın hata yapması kadar normal olan bir şey yok, her ne kadar hata yapmamayı amaçlamış olsak da. İnsanız işte bir yer de nefsimize yenik düşüyoruz. Nefs tarih boyunca her insanın mücadelesinin baş köşesinde yer alan, çoğu zaman bu mücadelenin galip tarafı. Nefsi terbiye etmek, nefsi öldürmek derken nefisle olan mücadele bir savaş halinde sanki bir taraf diğer tarafı yok etmeli. Oysaki mesele nefsini tanımakla ilgili diye düşünüyorum, tanı ki eğer nefs çarkı yerinden çıkmış ise onu tam yerine oturt, öldürmeye yok etmeye ne gerek var. Nefse ihtiyacın var.
Yunus Emre’nin dediği gibi küçük insanlar dengini, büyük insanlar kendini ararmış. Küçük adam demişken;
“Kendine bakmaktan korkuyorsun, eleştiriden korkuyorsun Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilmek düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. “Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım,” diyorsun. Haklısın; sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana: Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var. Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: Düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez. Kitaplığa gitmekle kavga izleme arasında seçme yapmak durumunda kalsan, hiç kuşkusuz kavgayı seçersin.
Yaşamdan mutluluk istiyorsun, ama güvenlik çok daha önemli sana göre. Güvenliğin uğruna belini kırmaya, canını vermeye hazırsındır. Mutluluk yaratmayı, onun tadını çıkarmayı ve korumayı hiçbir zaman öğrenmemiş olduğundan, başı dik bir bireyin yürekliliği nedir, bilemezsin… Kendi mutluluğunu yiyip bitiren sensin. Tam bir özgürlük içinde mutluluğun tadını çıkardığın olmadı hiç. Bu yüzden büyük bir oburluk içinde kendi mutluluğunu yiyorsun ve mutluluk sağlama, onu koruma sorumluluğunu hiç üstlenmiyorsun. Mutluluğunu korumayı, onu, bir bahçıvanın çiçeklerini, bir çiftçinin ürünlerini yetiştirdiği, onlara gereken besini verdiği gibi beslemeyi öğrenmekten yoksun bıraktılar seni. Pek çok büyük adam söyledi sana: “Aslına dön -içinden gelen sesi dinle-gerçek duygularının buyruğuna uy-sevgiyi yeşert, sev.” Ama onların sözlerine kulaklarını tıkadın; sağırdın sen, çünkü kulakların bu sözlerden sağır olmuştu. Söylenenler uçsuz bucaksız çöllerde yitti; hakikati söyleyen yalnızların sesiyse, senin korkunç boşluğun içinde, senin çöllerinde yok oluyor Küçük Adam.” (Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam).
Aslında bahsetmeye çalıştığım konunun özü çözülmeye uğrayan şöhret, itibar, haysiyet kavramları. Temel sorun şöhret bağımlılığı. Umutsuzca kendini gösterme, görülme üzerine odaklanma bağımlılığı. Her türlü bağımlılığın ardında bir yoksunluk var. Çekilen büyük yoksunluk ise “ilgi, sevgi ve onaylanma”.
Bu üçlüde en önemlisi haysiyet çünkü şöhret ve itibar dışarıdan verilen bir şeydir; haysiyet ise insanın kendi içindendir, başkasının değil insanın kendine verdiği değerdir. Her dış nesnede olduğu gibi verilen şey bir gün muhakkak geri alınır. Şöhreti toplum verir verdiği gibi alır (şöhret toplumun sana verdiği değerdir). İtibarı ise konunun uzmanları, seçkinleri verir, verdikleri gibi geri alabilirler de. Her itibarın bir itibar edeni muhakkak vardır. İtibar ile şöhret terazinin iki kefesi gibidir, muteberin itibarı arttıkça şöhreti; şöhreti arttıkça itibarı azalır (Cündioğlu, 2008). Haysiyetsizliğin itibarı olmaz ama şöhreti mümkündür!
Ahlaklı olmaya gerek duyulmayan ancak ahlaklı görünmenin yeterli sayıldığı bu çözülme çağında başkalarının sana vereceği değeri gözetmeyerek kendi değerinden vazgeçmemek mümkün.
Evet, belki de var olan hiçbir şeyi değiştiremezsin ama varolanlar karşısında duruşunu değiştirebilirsin.