Bahar zamanı yine Likya yollarında yürüdük. Dünyanın en güzel keçilerinin yaşadığı Likya’nın dağları, yürürken pek çok şey düşündürüyor insana. Niye buralarda yaşamış ki bu insanlar? Ancak keçilerin, ayak anatomileri gereği rahatlıkla basabildiği bu sarp dağlar, insana neler sunmuş ki buralarda yüce uygarlıklarını kurmuşlar? Görünen dik dağların görünmeyen gizli ovalarında verimli tarım yapabildiklerinden bu zor coğrafya onları düşmanlarından korumuş, uygarlıklarını geliştirmişler. Persler Makedonlar ve daha niceleri bu güzel toprakları ele geçirmek için dağlarına dayanmışlar Likyalıların. Kimi zaman feth etmişler, kimi zaman arkalarına baka baka dönüp gitmişler ama her ne şekilde olursa olsun, Likyalıların ayaklarına kadar kendi medeniyetlerini öğretilerini getirmişler. Likyalılar MBAlerini düşmanları sayesinde kendi topraklarında yapmışlar, yüce uygarlıklarını sürdürmüşler.
Çok eskilere dayanıyor kökleri; Anadolu’nun yerli halkları. Luviler, Lukalılar, Likyalılar ve her yıl o yolları yürüyüp de onların esintisinden bir şeyler kapmaya çalışan, medeni olduğumuzu sanan bizler...
İstanbul’dan Ankara’dan treking gruplarıyla karşılaştık yürürken, çok şanslı olduğumuzu söylediler bu dağlarda hep yürüyebildiğimiz için. Ben buraların yörükleriyle aynı kökenli olmasam da sonradan yanaşma Likyalı sayıyorum kendimi. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Şaman Türklerini Araplar çok sıkıştırmış kendi himayesine dinine kültürüne sokabilmek için ama özgür Türkmenler ne onların himayesine girmiş ne de İstanbul Osmanlısının. Hep Osmanlının itelediği ötelediği dağların asi keçileri olarak kalmış Türkmenler.
Taşların, dağların doğasına işlemiş meydan okumak, keçisine, insanına.
Ben de kendimce bir meydan okuma oyunu oynuyorum yürürken. Başta hep o kazanıyordu, ama artık ben de kazanıyorum. Pek tabii ki amacım onu yenmek.
Oyunum şöyle; sarp dağlardan inerken bastığım taş parçası kayınca benim de sağlam zeminlerim hayatım güvencelerim kayıp gidiyordu ve paniğe kapılıp olduğum yere oturuyordum bir kayanın üzerine. Korkularım, paniğim her şey üzerime geliveriyordu dağlarda. Başka çare yok; o dağlarda ayağımın altından kayıp gidiveren taşlarla beni korkutan o dik inişlerle mücadele etmem gerekiyordu. Yavaş yavaş önce batonlarımla yoklayarak sağlam bir taş parçası bulup atıveriyorum kendimi üzerine, hop öteki sağlam taşa. Pek seke seke gidemesem de arkadaşlarımı bekletmek pahasına da olsa; o ayağımın altından kayan taşlarla mücadeleme devam ediyorum Likya yollarında, Saint Paul yollarında, Kral yollarında.
Mücadelem esnasında beni hep gülümseten gelincikler, beyaz pembe papatyalar, orkideler, sütleğenler, mis kokulu kekiklerle...