Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Meritokrasinin Kehaneti: Gururun İmparatorluğu, Utancın Köleleri

Meritokrasinin Kehaneti: Gururun İmparatorluğu, Utancın Köleleri

Günümüz toplumlarının en cazip mitlerinden biri “meritokrasi”dir: Yetenek ve çalışkanlığın ödüllendirildiği, liyakatin en sonunda hak ettiği karşılığı bulduğu bir düzen. Bu masal kulağa öylesine makul gelir ki, sorgulamak çoğu zaman ahmaklık gibi görünür. Kalbimiz durduğunda bizi ameliyat edecek cerrahın “en yetkili” kişi olmasını istemez miyiz? Uçağın pilotu, sabah kahvesini hazırlayan baristadan daha fazla eğitim almış olmasın mı? Bu örnekler o kadar sezgisel görünür ki, “başarıya göre ödüllendirme” fikrine itiraz etmek, adeta sağduyunun karşısında konumlanmak gibidir.

1958’de Michael Young, geleceğe dair buz gibi bir masal anlattı: The Rise of the Meritocracy. Onun 2034 kehanetinde toplum artık aristokratların soy zincirine göre değil, zekâ testleri ve eğitim derecelerine göre sıralanıyordu. Diploma yeni soyluluk belgesi, IQ puanı yeni kader yazısıydı. Romanın anlatıcısı gururla ilan eder: “Artık kimse kaderinden şikâyet edemez. Zirvedekiler zekâlarıyla oradalar. Dipte kalanlar ise yalnızca kendi yetersizliklerinin kurbanıdır.” Kâğıt üzerinde kusursuz görünen bu sistem, aslında yeni bir tiranlığın doğum belgesidir. Başarı yalnızca ödül değil bir taç haline gelir. Başarısızlık ise yalnızca bir talihsizlik değil; bir damga, bir utanç nişanı olur. Bir toplum başarıyı tanrılaştırdığında, başarısızlığı şeytanlaştırmaktan kurtulamaz.

Young’ın kehaneti yalnızca roman sayfalarında kalmadı. Bugün sokaklarımızda yankılanıyor. İşsiz kalan genç “yanlış tercih yaptı” diye suçlanıyor, üniversite diploması olmayan işçi “vasıfsız” damgası yiyor. Başarılı olanlar kendilerini dâhi ilan ederken, başarısız olanlar utançla başını eğiyor. Meritokrasi bir adalet vaadi değil, utanç üretme makinesidir. Toplum görünmez bir kast sistemine bölünüyor: gururun efendileri ve utancın köleleri. Ve tarih bize bir şeyi defalarca hatırlattı: Utanç birikir, birikir, sonunda öfkeye dönüşür. Young’ın romanındaki 2034 isyanı bu yüzden kaçınılmazdır. Bugün aynı damarlarımızda dolaşan öfkeyi görmüyor muyuz? Pandemi günlerinde toplumun kalbini ayakta tutan kuryeler, market çalışanları bir süre alkışlandı. Ama ertesi gün yine vasıfsız işçiler diye küçümsendiler. Alkış, geçici bir vicdan paranteziydi; küçümseme, sistemin kalıcı dili.

Meritokrasi en yalın haliyle, “liyakat düzeni”dir. Toplumdaki ödüllerin -iş, para, prestij- insanların yeteneklerine, çalışkanlıklarına ve başarılarına göre dağıtıldığı bir sistemdir. Kulağa masum gelir: En çalışkan işçi en yüksek maaşı almalı, en zeki öğrenci en iyi okula gitmeli. Ama görünürdeki bu adalet, aslında zehirli bir illüzyondur. Meritokrasi hiçbir zaman gerçekleşmez, çünkü başlangıç çizgisi eşit değildir. Zengin ailelerin çocukları daha iyi okullara gider, daha fazla fırsata erişir. Ve gerçekleşse bile toplumun ruhunu çürütür, çünkü başarı gurur üretir, başarısızlık utanç. Meritokrasi eşitliği vaat eder, ama kibri ve aşağılama kültürünü miras bırakır.

Harvardlı filozof Michael Sandel, The Tyranny of Merit’te bu çürümeyi günümüzün diliyle anlatır. Ona göre meritokrasi yalnızca işlemeyen bir masal değil, işlemesi halinde bile zehirli bir ideolojidir. Başarılı olan “Ben hak ettim” der, dünyaya gururla bakar. Başarısız olan ise “Ben kaybettim çünkü yeterince çalışmadım” diyerek kendi hayatını suçlar. Oysa ekonominin dalgaları, tarihin yönü, coğrafyanın kaderi bireysel gayreti defalarca ezer. Meritokrasi, şansa “çaba” maskesi takar. Sandel, Hristiyan teolojisindeki tartışmayı hatırlatır: İnsan cennete iyi işlerle mi girer, yoksa Tanrı’nın lütfuyla mı? İlk görüş gururu besler; ikinci görüş alçakgönüllülüğü. Bugün meritokrasi gururun tarafını seçmiştir. Ve gurur, toplumsal bağların en sinsi zehridir.

Çocukluğumda bir asgari ücretli maaşının yarısıyla ev kirasını ödeyebiliyordu bir öğretmen iki çocuğunu okutabiliyordu. Bugün aynı işçi, maaşının tamamını verse bile ortalama bir evi karşılayamıyor. Ama meritokratik söylem ona şunu fısıldıyor: “Yeterince çalışmadın. Yanlış bölüm seçtin. Yan iş bulsaydın olurdu.” Ekonomi çöker, ama suç hep bireyin sırtına yüklenir. Makroekonomi, krizler, küreselleşme, enflasyon… Bunlar görünmez kılınır. Yalnızca birey sorumlu bırakılır. Başarı gururla kutsanır, başarısızlık utançla damgalanır.

Meritokrasinin en görkemli mabedi eğitimdir. 1990’larda Clinton “What you earn depends on what you learn” dedi. Böylece diploma yeni haç, diploma sahibi yeni aziz ilan edildi. Bugün devletler üniversitelere milyarlar akıtırken, mesleki eğitim neredeyse unutulmuştur. Sonuç: “Diplomasız” demek “değersiz” demektir. Oysa pandemi, toplumun kalbini diplomasız işçilerin ayakta tuttuğunu gösterdi. Kuryeler, market çalışanları… Onlar olmasa sistem çökerdi. Ama meritokrasinin gözünde hâlâ “vasıfsız işçiler.” Diploma kutsaldır, emek görünmezdir.

Meritokrasi yalnızca iş ve eğitimde değil, siyasette de kök salar. Diplomasız birini başkan olarak düşünmek çoğumuza gülünç gelir. Ama bir ülkeyi yönetmek için gerekli olan bilgelik Harvard’daki ders notlarından mı doğar? Bugün siyaset, elitlerin diplomalarını salladığı bir sahneye dönüştü. Çalışan sınıfların sesi bastırılıyor. Onlar yalnızca sessiz seçmen değil, sistemin görünmez köleleri. Bu boşluğu popülist öfke dolduruyor. Meritokrasi elitlerin şatosunu inşa eder; popülizm o şatoyu yıkmaya yeminli kalabalıktır.

Sandel’in çağrısı yıkıcı değil, ama devrim kadar sarsıcıdır: Çalışmanın onurunu geri kazanmak. Hemşireden kuryeye, çiftçiden öğretmene, toplumun işleyişini mümkün kılan herkes kamusal saygıyı hak ediyor. Pandemi günlerinde gördük: Toplumu ayakta tutan görünmez işçilerdi. O alkışları kalıcı politikaya çevirmeliyiz. Çünkü asıl eşitsizlik, gelirden çok saygının eşitsiz dağılımıdır. Para yoksulluğu değil, saygı yoksulluğu toplumları parçalar.

Meritokrasi bize cazip bir masal anlatır: “Çabalarsan hak ettiğini alırsın.” Ama bu masalın gölgesinde bir kehanet gizlidir. Başarıya tapınan her toplum, başarısızlığı lanetler. Ve lanetlenenler bir gün ayağa kalkar. Young’ın 1958’deki uyarısı bir roman sayfasında kalmadı. Bugün şehirlerimizin sokaklarında, politikamızın çatlaklarında, gündelik konuşmalarımızda yankılanıyor. Eğer alçakgönüllülüğü yeniden öğrenmezsek, 2034 isyanı geleceğin değil, şimdinin gerçeği olacak. Meritokrasi adaletin maskesiyle yürür, ama ardında kibir ve utanç mezarlığı bırakır. Başarıyla övünen toplum, başarısızlığıyla yanar. Gururun imparatorluğu çökecekse, onu yıkacak olan şey utancın isyanıdır.

Meritokrasiye dair;

  1. Meritokrasi, adalet vaadiyle gelir; utanç üretme makinesi olarak çalışır.
  2. Başarıya tapınan toplum, başarısızlığı lanetlemekten kurtulamaz.
  3. Diploma kutsaldır, emek görünmezdir.
  4. Meritokrasi eşitlik söylemiyle yürür, ama kibir ve aşağılama kültürünü miras bırakır.
  5. Ekonomi çöker, ama suç hep bireyin sırtına yüklenir.
  6. Meritokrasi elitlerin şatosunu inşa eder; popülizm o şatoyu yıkmaya yeminli kalabalıktır.
  7. Para yoksulluğu değil, saygı yoksulluğu toplumları parçalar.
  8. Meritokrasi, şansa ‘çaba’ maskesi takar.
  9. Başarı gurur üretir; başarısızlık utanç.
  10. Gururun imparatorluğu çökecekse, onu yıkacak olan şey utancın isyanıdır.

Özetlersek;

Meritokrasi bize masum bir vaat sunar: “Çalış, çabalarsan hak ettiğini alırsın.” Ama gerçek, bu masalın ardında gizlenen gurur ve utanç mekanizmasının toplumu çürüttüğüdür. Başarıyı tek başına bireysel liyakate bağlamak, ortak iyiyi hiçe sayan bir körlük yaratır.

Sandel’in çağrısı, bir tür sivil alçakgönüllülük etiğidir. Kendi başarımızın ardındaki şansa, tarihe ve toplumsal koşullara saygı duymak; diğerlerinin emeğini hor görmemek. Belki de en büyük eşitsizlik, paranın değil, saygının adaletsiz dağılımıdır. Bu nedenle asıl devrim, toplumsal takdirin yeniden yönlendirilmesidir: Diplomanın değil, emeğin, unvanın değil, katkının değerli olduğu bir kamusal kültür.

Güncellenme Tarihi
  • 17 Ağustos 2025, 10:52
Yazının Adı
Meritokrasinin Kehaneti: Gururun İmparatorluğu, Utancın Köleleri