“Anlam arayışı her insanın hayattaki birincil dürtüsüdür” Viktor E. Frankl
Mevlana’yı dinledim, diyor ki “Düşünmeyi öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi
öğrendim. Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim”.
Horatius’a da kulak verdim, diyor ki; “carpe diem”. Mahatma Gandhi’yi dinledim
diyor ki “Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür… Düşüncelerinize dikkat
edin; duygularınıza dönüşür… Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür… Alışkanlıklarınıza dikkat
edin; değerlerinize dönüşür… Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür…” Kendimi dinledim, diyorum ki “oyun
hayattır ve hayat işte mutsuz olmak için çok kısa.” Yani belki Platon’dan hafif aşırdım
sanırım, ne bileyim o da “oynar gibi yaşamalı, oyunlar oynamalı” der. Gerçekten, insan
ancak insan olduğunda oynar ve oynadığında ancak insan olur der Schiller. O şunu der
bu bunu der derken konuya girmemek içinden her türlü yolu deniyorken buldum
kendimi. Dürüstçe bu hafta yaşamımızda önemli yer tutan iş hayatı, anlam arayışı haset
ve kıskançlık soğuk ordövrleriyle bir giriş yapayım. Önce olmazsa olmaz haset ve
kıskançlık, siz aradaki ilişkiyi nasıl olsa kuracaksınız.
Haset ve kıskançlık el ele kol kola çevremizde tur üstüne tur bindiriyor, birinin varlığı
diğerinin şişmanladığına işaret ediyor. “Haset” sahip olamadığımıza sahip olmayı
isteme dürtüsüyle ilgiliyken diğeri “sahip olduğumuzu kaybetme korkusuyla” ilgili.
Kıskançlık ve tabi ki haset, hakikati tartışmak yerine bambaşka konuları önemsemeyi
önemli göstermek gibi bir maharete sahipler. “Hiç kıskanmadım” ya da “gıpta etmedim”
diyenlerin sayısı sanırım hiçtir. Hepimiz az da olsa bir şeylerin özlemini çekmişizdir.
Özellikle üzerinde onlarca medeniyetin sahip olmak ya da kendinde olanı kaybetmemek
adına bir bir devrildiği bu kültürel atmosferde hiç kıskançlığa bulaşmadım demek büyük
bir hasettir. Kıskançlığın insanı alçalttığı, küçülttüğü bilinmekle birlikte bu seviyede
yaşamayı özellikle dert etmeyenlerin varlığını unutmamak gerekir. Rekabet iyi olmakla
birlikte özellikle yüksek eğitimli acımasız kıskançlık, önlenemez katliamlara neden
olabilir.
Haset, gizli gizli bir başkasının sahip olup ta kişinin sahip olamadığı bir şeyi istemekten,
sahip olamadığı bir şeye başkasının sahip olmasını açıkça engellemek olarak ta kendini
gösterebilir. Sahip olamadıklarına sahip olanların elindekine sahip olma isteği
şiddetlendikçe haset saldırganlığa dönüşür. Diğerini tahrip etme, yok etme, yapamazsa
dedikodu üretme yarışına gidilir. O nedenle bir insanın başarısı bu başarıya, donanıma
sahip olmayan diğer insanın “benim değilsen kimsenin olamazsın” nevrozuna
sürüklenmesine neden olabilir.
Kıskanç insan için en büyük dert kaynağı diğerinin mutluluğudur. Birleşmek yerine
bölünerek büyüme isteğinin ana nedeni budur. Sahip olamadığına sahip olma dürtüsü
kadar sahip olduğunu kaybetmeme dürtüsü de ölümcüldür. Bir tablonun içindeki her şey
o tabloya aitken tablonun çerçevesi değiştiğinde ve başka duvara asıldığında içeriği
değişmese dahi değişmiş olarak görülmesi hastalıklı bir düşüncedir. Sahip tektir. Sahip
olduğuyla yetinmemenin ana nedeni ise aç gözlülüktür.
Şimdi gelelim hasetler ve kıskançlıklar diyarı işe.
Mahşerin dört atlısı ölüm, açlık, savaş, kıtlık değil aslında. Mahşerin dört atlısı, hem de
psikologlara göre, eleştirmek, hor görmek, kendini savunmak ve duvar örmektir. Her
işyerinde bol bol var.
İş dediğin nedir ki; biraz eğlence, biraz ciddiyet, bolca oyun. Yok, tabiki öyle değil.
Paranın her şey, her şeyin para olduğu sanılan çağımızda iş yaşamındakilerin beşte ikisi
çalıştıkları işletmenin ne yaptığını ve neden yaptığını bildiğini düşünüyor; beş
çalışandan sadece biri işletme amaçlarını gerçekleştirmek için hevesli; %15’i işletmenin
amaçları gerçekleştirmek için çalışanı yeterince yetkilendirdiğini düşünüyor; %15’i
kendilerine güven duyulan bir ortamda çalıştıklarını ifade ediyor; %17 si işletmede
iletişimin saygıya dayalı olduğunu, farklı düşüncelerin açıklanmasına izin verildiğini
düşünüyor; beş çalışandan biri işletmeye güven duyuyor; %13’ü diğer departmanlarla
karşılıklı işbirliği içinde çalışabiliyor; ancak yarısı işte başardıklarından memnun, diğer
yarısı bedbaht…
Bir şeyler ters gidiyor ama ters giden nedir?
Yıllardır öğretilen yönetim teorileri gerçekte işe yaramıyor mu yoksa? (Bu arada insan
ilişkilerinde teorilerin değil stratejilerin önemli rol oynadığını düşünürüm).
İnsanlar yaptıkları işte bir anlam mı bulamıyorlar?
Yoksa işte insanların ruhunu mu hapsediyorlar?
İş hayatında yaşanan aksaklıkların en temel nedeni sistem değil insandır! Yanlış ve
zayıf yönlerinin farkında olmayan, birbirine karşı bu konularda açık olmayan bireyler iş
hayatında güven için gerekli temeli oluşturamazlar. Lencioni’nin dediği gibi güven
eksikliğinin en yıkıcı tarafı, çalışanlar sansürsüz ve ateşli fikir tartışmalarına
giremediklerinden örtülü ve üstü kapalı yorumlarda bulunmayı yeğler. Bu da yanlış
anlama ve anlaşılmaların önünü açarak çatışmaları körükler. Sağlıklı bir çatışmanın
eksikliği, görüşlerini açık ve net olarak ortaya koyamamanın sonucunda ekip üyeleri
toplantılarda fikirleri benimsemiş gibi görünürler. Aslında bu kararları benimsemezler
ve kararlara bağlı kalmazlar. Kendilerini bir hedefe, eyleme, karara bağlı hissetmeyen
ekip üyeleri ekibin çıkarlarına ters düşen davranışlarından dolayı çalışma
arkadaşlarından hesap sormaktan kaçınırlar. Demokrasi içinde birbirine hesap sormayı
başaramayan ekip üyeleri kendi bireysel gereksinimlerini (kariyer, ego) ön planda tutar.
Kendi departmanlarının gereksinimlerini ekibin ortak hedeflerinden daha fazla önemser
ve işletmeyi dikkate almamaya başlar.
Bu tür aksaklıkların yaşanmasının altında yatan genel nedenler nedir?
Kanaatimce iş hayatında kişinin yaşayacağı zorluklar üç alanda sınıflanabilir: i) kişinin
öncelikle kendini anlamaması, tanımaması, ii) diğerini anlamaması ve tanımaması ve
iii) kendini geliştirememesinin, potansiyelini kullanamamasının biriktirdiği yıkıcı enerji.
Kişinin kendini yeterince anlamaması, diğerini anlamaması ve potansiyelini
kullanamaması maliyetli bir döngüdür. Bu stresli döngünün çözümünün anahtarı
yöneticinin elindedir ancak iradesi olmayanın idareci yapılma ihtimali yüksek
olduğundan nitelikli idarecilerin sayısı oldukça azdır. Kişiler, eğer tanınmıyor ve takdir
edilmiyorlarsa işlerine bağlı olamaz. Tüm insanlar, benzersiz özellikleri nedeniyle,
otorite pozisyonundaki birileri tarafından takdir görmek ister. Kendilerini görünmez ya
da takdir edilmeyenler olarak gören kişiler işlerini sevemez; yaptıkları ne olursa olsun…
Her çalışan, yaptıkları işin başka birinin (bir müşterinin, bir iş arkadaşının) hayatına
nasıl etkisi olduğunu bilmek ihtiyacı duyar. Hemen hemen herkes, yaptıkları işin birileri
için önemi olduğunu bilme ihtiyacı duyar. İş ile bir başka kişi ya da grubun tatmini
arasında bir bağ görülmezse, bir çalışan basit bir biçimde sonsuz bağlılığı sunamaz. En
çıkarcı çalışanlar bile yaptıkları işin birileri için fark yaratmasını ister; bu sadece
amirleri olsa bile…
Şimdi gelelim anlam arayışına…
Başkalarının zaaflarından kendi lehine yararlanmayı öngören, maddi değerleri ön plana
çıkaran, insani unsurları yok sayan rekabet, bencillik, yalnızlık, standartlaşma,
tekdüzelik ile karakterize olmuş çalışma ve yönetim biçimi temellerinden
sarsılmaktadır. Kim olduğunun farkına varmak, kendini tanımak ve bu farkındalıkla
hayatı yaşamak… Anlam bulmak, mana bulmak yemek, içmek, takdir edilmek gibi
temel bir ihtiyaçtır. Anlamsız, manasız bir iş yaşamı kızgınlık, öfke, kaygı, çatışma dolu
günlerin sonunda stres, depresyon, başarısızlık, mutsuzluğu kaçınılmaz olarak
getirecektir.
Bu satırları okurken “kendimize şu soruları soralım” diye onca soru düşündüm önce
fakat diğer soruları boş verin, son soruya takılın.
Yaptığım işi para vermeseler de yapacak kadar seviyor muyum?
İştesiniz.
Zihniniz başka şeyle meşgul, bedeniniz başka bir iş yapıyor ve ruhunuz durmadan ne
zihninizin meşguliyeti ne de bedeninizin yapmakta olduğu işle örtüşmeyen bir yaşam
amacınız olduğunu söylüyor. Bu unsurlar arasındaki uyuşmazlık bireyin hem yaptığı
işten hem de yaşamından haz almasını engelleyecektir. Belki de bu yüzden her türlü
girişime rağmen siz ya da meslektaşlarınız mutsuzsunuz (can sıkıntısından
bahsetmiyorum o iyidir). Zaman zaman kariyerinde önemli süreler geçirmiş, en
tepelere ulaşmış insanların aniden işlerini bıraktıklarına, uzmanlaştıkları iş dallarının
dışında alakasız işlerin peşinde mutlu bir hayatı kovalamaya başladıklarına hayretle
şahit oluyoruz. “Keşke bende yapabilsem” dediğimiz anlar olmuyor değil!
Keskin kariyer dönüşümlerine neden olan şey mutlu olunmayan bir işin yapılması.
Anlam çıkarma ustasıyız. Hem de olanca eksik bilgiye rağmen. Sanırım bizi diğer
canlılardan ayıran en önemli özellikler arasında (özellikle günümüzde yapay zeka) eksik
olmasına rağmen eksiği tamamlayıp anlam çıkarabiliyoruz. Verilenle sınırlamıyoruz
kendimizi.
Bakalım ne anlamlar çıkacak bu yazıdan.
Beden, akıl, kalp ve ruhun birlikteliği bireyi daha mutlu kılabilir hem de bilgece.
Hadi bu Pazar bir beş dakika da olsa sevmediğiniz işi düşünmeyi bırakın.
Sevgili okuyucu, hiç karşılaşmadık ama sana gelen işarettir senden giden ise vesile; hadi
dinle:
Yavaşla ki fark edesin.
Fark edesin ki anlayasın.
Anlayasın ki bağ kurasın.
Bağ kurasın ki zevkine varasın…