Bir odada, konuşmalar birbirinin üstüne binerken, birinin susması tüm cümlelerin üzerine bir perde indirir. O perde sandığınız gibi karanlık değildir; aksine, fazlalıkları eleyen, anlamı keskinleştiren bir berraklıktır. Sessizlik, güçsüzlüğün değil, gücün cilasıdır. Kendi tepkisini seçebilen insanın parmak izidir. Stoacıların “kontrol sende kalsın” öğüdünü çok duyduk; peki bu öğüdün yankısı Roma’nın taş sütunlarından öteye, Anadolu’ya, And Dağları’na, Sahel rüzgarına, Pasifik’in kıyılarına nasıl taşınıyor? Gelin, bu hafta sessizliğin ufkunu üç kıtanın düşünce ve sanat gelenekleriyle genişletelim.
Stoacı ölçülülük “başkasını değil, tepkini yönet” der. Aynı düşünceyi Afrika’nın Ubuntu felsefesi başka bir yerden doğrular: “Ben, biz olduğumuz için ben’im.” Buradaki “biz”e teslimiyet değildir söz konusu olan; aksine, insanın kendi iç düzenini koruması, toplumsal uyuma katkı vermesidir. Sessizlik, Ubuntu’da gerilimleri alevlendirmeyen, “sözün kirini” durultup ilişkiye nefes açan bir eylemdir. Konuşmadığında, karşındakinin gölgesini değil, özünü görürsün. Sınır çizmek, bağları koparmak anlamına gelmez; ilişkilerin sağlıklı sınırlarla güçlenmesi anlamına gelir.
Asya’da, özellikle Japon estetiğinde ma diye bir kavram vardır: “aralık, boşluk, bekleme”. Noh tiyatrosunun duraksamaları, çay seremonilerindeki dingin akış, hatta bir haikunun nefes boşluğu… Hepsi sessizliğin bir tür mekân kurduğunu gösterir. Bu mekânda acele yoktur, tepki yoktur; sadece görme, duyma ve anlamın kendi hızında belirivermesi vardır. Sessizlik, araya konan duvar değil; görebilmek için geri çekilen bir adımdır.
Latin Amerika’da sessizlik, sıklıkla bir karşı-hikâye imkânıdır. Tarih boyunca üst üste binen anlatıların, gürültülü ideolojilerin arasında, Eduardo Galeano’nun parçalı kronikleri gibi, boşluklar konuşur. O boşluklar “kimin sesi duyulmadı?” sorusunu diri tutar. Sessiz kalmak, her zaman boyun eğmek değildir; bazen sesi hegemonik olana kaptırmamak, kelimelerin kirlenmediği bir alanı korumaktır. Bu anlamda sessizlik, söylenemez olanın onurudur.
Psikolojide egonun en sevdiği oyun, “son sözü ben söyleyeyim” kaygısıdır. Sessizlik, bu oyunu bozan hamledir. Hint düşüncesindeki zıddı düşünceyi çağırma (pratipaksha bhavana) pratiği, öfke yükselirken ters duygu ve düşünceleri çağırmayı öğretir: Bir an geri dur, nefes al, gör. Sessizlik, içteki ateşi körüklemek yerine, oksijeni kısar -yangın sönmezse bile alan değiştirmek zorunda kalır.
Afrika sözlü kültüründe griot’lar (hatırlatıcı ozanlar) her şeyi söylemez; bazı şeyleri bırakarak öğretirler. Öğrenci, arada kalan sessizlikte anlamı tamamlar. Öğretmenin sustuğu yerde, öğrenenin sesi doğar. Sessizlik böylece “bilgi ekonomisi”nin bir parçasıdır: Az sözcük, çok sezgi. Hatalı tepkiyi kısan, doğru bağlamı büyüten bir pedagojik sabır.
Güç gösterisi çoğu zaman gürültüyle karıştırılır. Oysa Latin Amerika duvar resimleri (muralismo) bize başka bir şey öğretir: Diego Rivera’nın duvarlarında en güçlü an, figürlerin bağırdığı an değil; bakışların birbirine değip, renklerin bir sessizlik koridoru açtığı andır. Kompozisyonun en gürültüsüz bölgesi, anlamın toplandığı girdaptır. Hayatta da böyledir: Tartışmanın en hararetli yerinde bir susuş, sinir sistemine acil durum freni indirir; doğruluk payı en yüksek cümle, çoğu kez söylenmeyen cümledir.
Asya’nın Zen geleneği, koanlarla aydınlanma deneyimi için aklı sıkıştırırken bazen öğretmen tek bir bakışla, tek bir duruşla yanıt verir. Söz geçici, hal kalıcıdır. Sessizlik haldir. Bütün savunmaları indirir, çıplak bir dikkati sahneye çağırır. Orada ego tutunacak kıymık bulamaz. Bu, korkutucu olduğu kadar özgürleştiricidir: Savunacak bir şey kalmadığında, korunacak tek şey dinginliktir.
Afrika masklarında ise sessizlik yüzdür: Ağız kapalıdır; gözler büyüktür. Görmek-değerlendirmekten önce gelir. Hızlı tepki, zayıf algıdır; yavaş bakış, güçlü kavrayış. Maskenin kapalı ağzı, “sözcüklerimi ben seçerim” der; provokasyonla açılmayan bir kapıdır bu.
“Beni gör!” çağrısı modern hayatın sloganı gibi. Ama sürekli görünürlük yorgunluğudur bu; değerimizi ağlara, notlara, alkışa bağlayan bir esaret. Latin Amerika edebiyatında Borges’in labirentleri, dışarıdan anlam bekleyen bilincin kendi içinde kayboluşunu anlatır. Labirentin çıkışı, sesi büyütmek değil, adımların gürültüsünü kısmaktır. Yani sessizliktir: İç değerin akustiğini duymak için dış sesleri kısmak.
Afrika düşüncesinde “iwa” (Yoruba’da karakter/öz) kişinin kaderinden bile önce gelir. İwa bozulursa, kader de sapar. İwa’yı korumanın yolu, tepkinin değil değerin belirleyiciliğidir. Sessizlik, iwa’nın zırhıdır: Bağırmayan ama geri çekilirken de kaçmayan, varlığını eksiltmeden sınır çeken bir duruş. Asya’da Dōgen mutfakta patates soyarken bile farkındalığın sessizliğini anlatır: Sözde değil, işte, tekrarın içindeki berraklıkta bulunur hakikat. Kendini kanıtlamak yerine kendinde kalmak. Bu yüzden sessizlik, “kime ne ispat edeceğim?” sorusunu boşa çıkarır; ispatın muhatabı, önce kendindir.
İnsan zihni, küçük çengel ve iğnelere takılarak yorulur. Sosyal medyanın mikro-kışkırtmaları, ofis mutfağındaki imalar, aile içinde bitmeyen küçük hesaplaşmalar… Latin Amerika’nın sokak müziğinin molalarında olduğu gibi, ritim kadar duraksama da melodidir. Hayatın ritmini korumak için gereken, her notaya atlamak değil; bazılarını ısrarla kaçırmaktır. Sessizlik enerji yönetimidir: “Bu melodide ben yokum.”
Sahel’de bir göçerin yürüyüşü, öğlen sıcağında gölgeyi arar. Gölge, her zaman ağaç değildir; bazen gölgenin kendisi, durmaktır. Sessizlik, zihnin gölgesidir. Durduğun yerde nefesin düzenlenir, görüşün genişler. Koşmadığın için kaybetmezsin; yanlış yöne koşmadığın için kazanırsın. Asya savaş sanatlarında “mushin” (boş zihin) kavramı, karşı hamleye refleksle değil farkındalıkla yanıt verebilmeyi anlatır. Boşluk, güçsüzlük değil esnekliktir. Sessizlik, zihni “bekleme odası”na alır ve en kıymetli şeyi verir: seçenek. Seçenek, özgürlüğün gerçek para birimidir.
Gelelim “söz gümüşse sükût altındır” diyen Anadolu’ya; sessizliği kaçış değil, edep ve erkanın özü sayar. Yunus Emre’nin “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” uyarısı, sözü cimri kullanmanın erdem olduğu kadar, yanlış sözü susarak hükümsüz kılmanın da bir hikmet olduğunu hatırlatır. Mevlana’nın semasında dil değil kalp devinir; dönmek, susarak içeriyi düzene sokmaktır. Hacı Bektaş-ı Velî’nin “eline, beline, diline sahip ol” düsturunda en zor nöbet dil nöbetidir; sükût, bu nöbetin kemeridir. Aşık geleneğinde sazın sustuğu bre anında meydanın harareti düşer; Karagöz perde arkasında bir nefeslik durur ve kalabalık o aralıkta kendisiyle yüzleşir. Ahi Evran’ın çarşısında “az söz, temiz iş” makbuldür; yiğit, sözünü sakınmasıyla ölçülür. “Söz ağızdan çıkmadan sen onun efendisisin, çıktıktan sonra o senin efendindir” diyen halk bilgeliği, Stoacı dengeyle aynı yere varır: Tepkiyi seçen, kaderini seçer. Anadolu’nun sessizliği, göç yollarında taşınan bir vakardır; kavgayı büyütmez, haysiyeti büyütür. Susuş, burada ne içe atmak ne de kabullenmektir; haddini bilmek, sınırını çizmek ve kalbi korumaktır.
Sessizlik orucu, yalnızca bir susturma eylemi değil, farklı kültürlerde derin anlamlar taşımış bir içsel arınma pratiğidir: Anadolu’da dervişin “çile”de dili bağlaması, Yunus’un “az söz er işidir” hikmetiyle birleşirken; Asya’da Budistlerin mauna pratiği zihni berraklaştırır, Zen resimlerinde boş fırça darbeleri sessizliğin görsel karşılığına dönüşür; Afrika’da griot’ların eksik bıraktığı sözlerde öğrencinin kendi anlamını bulması, sessizliğin pedagojik yönünü açığa çıkarır; Latin Amerika’da Galeano’nun kırık anlatılarındaki suskun boşluklar, baskıya karşı hafızayı diri tutar; psikoloji açısından ise sessizlik orucu konuşma dürtüsünü denetleyerek egoyu dizginler, bilinçdışının sesini duyulur kılar; edebiyatta Borges’in labirentleri ya da Mevlana’nın mesnevideki duraksamaları gibi, sessizlik hikâyenin en gürültülü anıdır; resimde Afrika masklarının kapalı ağızları ya da Japon haikularındaki boşluk gibi, sessizlik orucu insana hem sınır, hem ufuk çizer-onu hem kendine hem de evrene yeniden açar.
Yani sessizlik çok yönlüdür:
Kalkan olur: Hakaret okları havada süzülürken, sessizlik görünmez bir zırhtır. Tepki vermek çoğu kez çıplak koşmaktır; sessizlik, zırhla adım atmaktır.
Ayna olur: Karşı taraf tepki bekler; alamayınca kendi davranışını görür. Latin Amerika’nın diktatörlük dönemlerinde sanatın yaptığı gibi: Söz söylemeden, yansıtmak.
Barometre olur: İç basıncı ölçersin. Öfke kaç milibar? Neden? Japon çay seremonisindeki gibi, ateşi söndüren ılık suyla kendini ayarlarsın.
Kuyumcu olur: Sözü tartar, gereksizi elersin. Afrika atasözleri kısa ama ağırdır; bir cümle, bir avuç altın. Sessizlik, kelimeyi altına çeviren ateştir.
Harita olur: Sessizlik geri çekilme değil; yön bulmadır. Yolun nereye gittiğini, hangi kavşakta duracağını orada keşfedersin.
Saadete geleyim, neden bu haftaya sessizliği seçtim?
Hayatın belli bir eşiğinden sonra-yaş değil, farkındalık eşiği-görürsün: Gürültü saygınlık getirmez; tutarlılık getirir. Latin Amerika’nın büyükannesi gibi sabırlı olan, sözünü kıstıkça ağırlığını artırır. Afrika’nın yaşlısı gibi, çok gördüğü için az konuşur. Asya’nın ustası gibi, hareketin merkezinde durağan kalır. Olgunluk, kontrolün sürekliliğidir; kontrolün sürekliliği sessizliğin eğitiminden geçer.
Bir provokasyon anında, zihnin bir kıvılcım kadar kısa sürede iki yola ayrılır: Ya oyuna girersin ya da oyunu bozarsın. Oyuna girmek, kısa bir rahatlama ve uzun bir pişmanlıktır. Oyunu bozmak, kısa bir gerilim ve uzun bir saygınlıktır. Zen’in ensō dairesi tek nefeste çizilir; hazırlığı ise yıllar sürer. Krizdeki sessizlik, o tek nefesin ürünüdür. Her gün küçük susuşlarla kası güçlendirmek gerekir: Mesajı hemen yazmamak, toplantıda bir tur dinlemek, aile tartışmasında üç nefes beklemek… Mikro-pratikler, makro-duruşu mümkün kılar.
İntikam, enerjiyi karşı tarafa rehin vermektir. Latin Amerika’nın “kayıp” anlatılarında adalet arayışı, çığlıkla değil sabırla ilerler; sanat sesini yükseltmek yerine ısrarla sürdürerek kazanır. Afrika uzlaşı pratiklerinde, susuş sahte barış için değil, hakikatin zemini temizlensin diyedir. Asya’da ahimsa (zararsızlık) eylemi, susarak onaylamak değil; öfke döngüsüne yakıt taşımamaktır. Sessizlik, adaletin sabrı; istikametin bekçisidir.
Sessizlik, konuşmayı bırakmak değil; sözü kıymetli kılmaktır. Stoacıların “kontrol sende kalsın” buyruğu, Afrika’nın topluluk aklıyla, Asya’nın estetik aralığıyla, Latin Amerika’nın karşı-hikâye cesaretiyle birleştiğinde, susuş bir strateji olmaktan çıkar, sanat olur. Kalkan, ayna, barometre, kuyumcu ve harita… Hepsi aynı enstrümanda buluşur: kendi iç sesinin akordu.
Sessiz, sedasız bir çocuktum, gürültü beni bozdu. Şimdi anlıyorum, duyarsan sessizlik yaşamın her evresindeymiş:
Bebek konuşamaz. Sessizliği, bedenin isyanıyla duyurur: ayakların durmaksızın tepinmesi…
Bu, sözsüz bir çığlıktır. Sessizlik burada eksiklik değil, saklı bir güçtür. Dışarı taşamayan söz, bedensel titreşimle yankılanır. Sessizlik = bedenin ilk dili.
Çocuk koşar, güler, düşer… Gürültüyle doldurur evreni. Ama her kahkahadan sonra bir duraklama gelir: soluksuz kalınan o kısa an. Sessizlik burada oyunun ritmini belirler: başla → dur → yeniden başla. Japonların Ma dediği boşluk tam da bu: hareket ile duraksama arasındaki görünmez aralık.
Ergenlikte arzu dile gelmez; sır olur. Söylenmeyen, bastırılan, beklenen şeylerin alanıdır sessizlik. Burada sessizlik gerilimdir: arzuyla ifadenin arasındaki gerilmiş tel. Her susuş, bin kelimenin ağırlığını taşır.
20’li yaşlarda hırs bağırır: para, mülk, kariyer. Gürültünün zirvesidir bu dönem.
Ama o hengamenin derinliklerinde sessizlik gizlice çalışır: midenin boşluğu… doyumun içinden doğan tatminsizlik. Buradaki sessizlik, tüketim ile eksiklik arasındaki dipsiz boşluktur.
35–40’larda sessizlik kalpte çınlar. İnsan kendine sorar: “Seviyor muyum? Seviliyor muyum? Doğru yerde miyim? BU BEN MİYİM?” Burada sessizlik bir yankıdır: kendine sorup cevabını duymadığın o iç boşluk. Ma, bağlanma ile yalnızlık arasındaki ince aralıkta titrer.
50’lerden sonra kelimeler çoğalır: anılar, öğütler, hikayeler… Ama gerçeğin sessizliği, sözün arasındaki duraklarda gizlidir. Çenenin sessizliği: söylenmeyen, yutulan, suskun kalan.
Asıl hakikat cümlelerin arasında saklıdır.
Yaş ilerlerken enerji nihayet beyne çıkar. Sessizlik burada artık eksiklik değil, bütünlüğün adı olur. Düşüncelerin arasındaki aralık, evrenin taşıyıcısıdır. Sessizlik, yalnızca susmak değil; varlığı bütünüyle kavramaktır.
Ve bilge şöyle der:
“Malda yalan, mülkte yalan… hakikat sessizlikte.”
Sessizlik evet para, şan, şöhret, mevki kazandırmaz ama bizi birçok masraftan ve maliyetten koruyabilir, ne dersiniz? Belki sessiz kalabiliriz, denemesi bedava.
Bir dahaki kışkırtmada, elin tetikte değil, kalbin ritimde kalsın. Sözün değil, sessizliğin ödeme gücüne güven: O, dış onayı reddeden iç değerin para birimidir. Ve unutma-gürültü hükmedebilir, ama sessizlik hüküm verir.