100 Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün yaptığı bir araştırmaya göre Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki zorlu/zorunlu koşullar yüzünden göç edenler, yerlerine
geri dönmek istiyorlarmış.
İnsanın alıştığı bir yerden, çevresinden ayrılmasının onu nasıl yabancı ulaştırdığını
hepimiz biliyoruz.
Üstelik köy ve mezralardan gelip, büyük şehrin dağdağasının içine düşen bu insanların
halle edemeyecekleri problemlerle karşılaşması, bu geri dönüş isteğini daha da hızlandırıyor.
Yurt içinde, aynı ülkenin toprakları üstünde bile çekilen bu yabancılığı düşününce, yurt
dışındaki mecburi sürgünlerin ruh halini anlamak çok daha kolaylaşıyor.
Tanımadığınız bir toplumda var olma savaşının zorluğunun ne olduğunu yakın
dostlarımdan bilirim. Özlemlerin en onulmaz azını çektiler.
Hiç kuşkusuz politikacılar yüzünden edebiyatımız çok güzel şiirler, yazılar kazandı,
ama onlara karşı yaptığımızı biz nasıl bağışlatacağız, yeni örneklere yol açarken.
“İletişim ve ulaşım olanakları artık dünyayı küçülttü” sözü, insanın ruh haritası için
geçerli değil. Sevdiğiniz insanlara, ülkenize istediğiniz anda ulaşamayınca, daüssıla başlar,
bilincimizde ya da bilinçaltınızda.
Çok sevdiğim bir söz vardır: “Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetleşir.”
Bütün sürgünlerin ortak anıtıdır sanki bu söz.
Yabancılaşma kadar insanı tedirgin eden, benliğini kemiren bir yoktur bence.
Üniversitenin araştırma haberini okuduğum sırada Feridun Andaç’ın hazırladığı Sürgün
Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri (Bağlam yayınları) kitabını okuyordum. Andaç girişte
“sürgünlük, kaçınılmaz olanı yaşamaktır. Yetersizliğin, yurtsuzluğun kıyısına gelmekle
başlar” diyor. Yeryüzü cehenneminin tanımı da bu olsa gerek.
Nazım Hikmet, Varna’dan İstanbul’a giden gemiyi okşarken, Rafael Alberti de ülkesine
giden trenlere özlemini yüklüyordu. Türk edebiyatı, demokrasi dalgalanmaları yüzünden iç ve
dış sürgün edebiyatı açısından ne yazık ki zengindir. Ben bu türün cılız olmasını tercih
ederdim.
Ovidius’un sözcü, bütün sürgünlerin ortak arzusudur:
“Bitsin sürgünlüğüm, yaşamak isterim/Anayurdumda, kendi ocağında bırak öleyim.”
Not: Bu yazı Doğan Hızlan’ın On Birinci Kat Yazıları kitabından alınmıştır.