Bu derece hatasızlığın, kusursuzluğun, mükemmelliğin peşinden koşmak, başarı odaklı sloptik bir beyin olmaya çalışmak artık size de anlamsız gelmeye başladı mı? Bu insan icadı kavramları sorgulamaya başladıysanız, ki eninde sonunda her insan hayatının bir döneminde bunları sorgulayacaktır, o zaman bu yolculukta önünüze çıkacaklar çoktan belli. Bu yolun yolcuları ister istemez durakların birinde inecektir.
Kişisel olarak red etmek, herhangi bir düşünceye, ideolojiye, görüşe kolay teslim olmamak yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Yani başkalarının bir konu, kavram vb daha önceki tanım ve girişimlerini reddederek her şeyi kendimce bir araya getirmeye gayret ederim. Aslında insanların bir şeyleri yapmak için kullandıkları pek çok yöntemi reddettiğimden, buna geleneksel edebi formatlar da dahil, yazılarda konuyu dağıtarak, sırasından çıkararak, sondan başa giderek, parçalara ayırarak kendimce aforizma tarzını uygularım. Konudan konuya çok rahat atlayabilirim, neden her şeyi sırasıyla ve yapısal bir şekilde anlatmalıyım ki? Yapısallaşmanın, standartlaşmanın iyi olmadığını düşünenlerdenim çünkü savunulmasına rağmen standardizasyon yaratıcılığı kanaatimce yok eder. Tek tipleşmenin neresi iyi olabilir? Her yerde aynı kendimi görmenin neresi cazip? Doğada tektipçilik göremiyorum, çeşitlilik, çatallanma, zuhur ne ararsan var ama tektipçilik yok.
Neyse, genelde başkalarının tarif etiği yaşam vb kavramları kabul etmekte zorlansam da Zaltman’ın yedi kök metafor yaklaşımını beğeniyorum. Elbette “şu şudur bu budur” kibrine ve kesinliğine asla inanmıyorum. Çünkü haritaya bakmakla haritalanmış o bölgenin coğrafyasında yürümek, nefes almak aynı şeyler olmamakla birlikte bu yedi kök metaforun hayatın genel haritası olduğunu düşünmeden edemiyorum. Denge, yolculuk, dönüşüm, kap, kaynak, bağlantılar, kontrol…
Bu bağlamda hayatı bitmeyen bir keşiften teşekkül bir yolculuk olarak görme taraftarıyım. Bu süreç birçok deneme-yanılma-öğrenme-vazgeçme, iniş, çıkış, mücadele, hata, yanlış, kusur, etkileşim, çelişki, çatışkı, değişim, dönüşüm, oluş ve bozuluş içeren bireyleşme yolculuğu, amansız bir seyahat ve keşif gezisi. Bu muazzam yolculuk hem planlanmış hem de planlanmamış aşamaları ve yönleri kapsadığı gibi, öngörülen, bilinen ve öngörülemeyen sapmaları, gecikmeleri ve insanın bilmediği/bilemediği sonuçları da içeriyor.
Neredeyse hepimiz yaşam gerçekliğinin bilinmeyen yönlerini keşfetmek için engellerle dolu, belirsiz yolculuklarına çıkarız; bu yolculuklar ödüllendirici olabileceği gibi aynı zamanda sinir bozucu ve gerilimli de olabilir. Yol boyunca birçok engelle karşılaşır ve olgunlaştıkça bunların üstesinden gelmek için yeni kolaylaştırıcılar bulmamız gerekir. Yolculuklar duygusal, bilişsel ve ruhsal açıdan zorlayıcı olabilir; pek çok iniş çıkış, yükseliş ve alçalış, beklentiler, zorluklar, mücadeleler, zaferler, kazançlar ve kayıplar yaşanabilir. Ama neticede seyahat etmek (hatta bazen bilişsel, hayali duygusal kavramsal yolculuklar) kişinin daha fazla seyahat etmek istemesine neden olur. Tamam yaşam bir yolculuk insanlarda seyyah. Bir seyyah için en iyi yolculuk hangisidir diye soracak olursanız “yalnız, kendi kendine yapılandır” derim çünkü yalnızlık insanı keşfe götürür.
Kanaatimce en çetin yolculuk içe yapılan yolculuk.
Cioran gibi ben de varoluşun temel doğasıyla yüzleşmenin ve günlük yaşamın dikkat dağıtıcı ve yüzeyselliğinden kaçmanın bir yolu olarak yalnızlığa değer veririm. Yalnızlığın gerçek bir öz-düşünüm için ve kişinin kendisi ve dünya hakkında daha derin bir anlayış geliştirmesi için gerekli olduğuna inanırım. Peki ne kadar yalnızlık o zaman? Bazıları için arada sırada düşünme haftası molası vermek yeterli, benim ise yalnızlığın getirisinden faydalanmam biraz daha uzun süreye bağlı. Buradaki yalnızlıktan kastım kişiyi kendine ve diğerlerine yabancılaşmaya götüren yalnızlık değil. O siz istemesenizde dört koldan işleyen bir süreç. Metin Bobaroğlu’nun İnsan Denen Meçhul’ün yazarı Alexis Carrel’den alıntısı yabancılaştırıcı yalnızlığı iyi ifade ediyor: “Batı dünyasının soliptik benlikli, başarıya bağlı kaybetme olgusu ile donanmış bireyi giderek yalnızlaşıyor, hem de kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor. Duygu olarak, insanlar toplu yerlere gitmek istiyor. Sinemalara gitmek istiyor, tiyatrolara gitmek istiyor, maçlara gitmek istiyor. Duygu, hatta içtepi olarak yalnızlığını gidermek için buralara gidiyor. Kafelere gidiyor; sürekli kalabalık, insanların çok olduğu yerlere gidiyor. Ama birbirlerine o kadar yabancılaşmış, o kadar dışsallaşmış ki insanlar, derin, birbirlerinin özlerine dokunabilen ilişkiler oluşmadığı için insan giderek kendi insanlığından uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor”. Tüm bu arayışların nedeni içerde hissedilen boşluk ve bu boşluk kendimizi birebir insan olarak algılayabileceğimiz ilişkilerimizin olmamasından kaynaklanıyor.
Size kendinizi insan olarak hissettirenleriniz var mı?
İnsanın kendini anlaması, araştırması bitmeden başkasını anlaması, başkasını incelemesi nasıl mümkün olabilir ki? Bu iç yolculukta bir bakarsınız ki tepeden tırnağa yaralı dediğiniz tüm insanlar gibi siz de yaralıymışsınız. Dikensiz gül yok, insanın kendi karanlık yönleriyle merhabalaşmaması dışardakilerle süregelen anlamsız savaşını bitirebilmesinin önündeki en büyük engel. Kendini bil iyi ve haklı bir tavsiye ama nasıl yapılacağının reçetesi yok.
İnzivalar sağ olsun, sorgulamaya başlayalı çok oldu. Günde yaklaşık 60 bin düşünce ve bu düşüncelerin nasıl oluştuğunu, nasıl bazılarının düşünceden fikre, fikirden uygulanacak hedefe dönüştüğü bilmeden, daha doğrusu nasıl düşündüğünü bilmeden yaşamak çok ama çok ilginç. Neden mi ilginç? Çünkü nasıl beden, nasıl ruh nasıl aklın sağlığı söz konusuysa düşüncenin de sağlığı söz konusudur.
Yaşamın tamamı bir düşünce.
İnsan ne düşünürse o dur.
Düşünme yetinizin sağlığının ne olduğunu hiç merak ettiniz mi?
Mesela;
İnsanlığın geldiği durumu düşündüğünüzde sizin de hatasızlığın, kusursuzluğun, mükemmelliğin peşinde koşmanın ya temelden saçma ya da sistemdeki düzensizlik gereği insanlığın giderek saçma bir hal aldığını mı düşünüyorsunuz?
Diğer bir ifadeyle, Cioran gibi siz de yaşamın doğası gereği anlamsız olduğuna ve mükemmellik peşinde koşan insanlık durumunun acı, endişe ve umutsuzluk ile karakterize olduğuna mı inanıyorsunuz?
Yaşamı bir yandan mükemmel kılmaya çalışırken diğer yandan doğum, acı ve ölüm döngüsüne hapsolduğumuzu ve bundan kaçış için hiçbir umut olmadığını düşündüğünüz oluyor mu?
Yaşam kusursuz değil ise insanın kusursuzluk gayreti nedir?
İnsan icadı geleneksel kuraların red edilip edilmemesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Zaman zaman geleneksel ahlak sistemlerini son derece eleştirip, bunların keyfi olduğunu ve yaşam için gerçek bir rehberlik sağlamadığını düşündüğünüz oldu mu?
Bireylerin kendi değerlerini yaratmakta ve kendi ilkelerine göre yaşamakta özgür olmaları gerektiğine mi inanıyorsunuz?
Siz gerçekten “var” mısınız? Bundan nasıl emin olabilir insan?
İçinizdeki boşluğa kimi çiziyorsunuz?
İnsanın kendini bulma yolculuğu kanaatimce dengeyi bulma yolculuğudur. Yaşam genel olarak, ince ve kırılgan bir buz üzerinde dengeyi koruma meselesidir ve bu benzetme bir abartı değildir. Herhangi bir organizmanın hayatta kalabilmesi için homeostaz (yani denge), değişen koşullara uyum sağlarken istikrarı korumasını sağlayan temel bir işlevdir. Çeşitli zorlu yaşam süreçleri sırasında ve çevre koşullarına yanıt olarak, insan fizyolojik, psikolojik ve sosyal denge durumunu içeren bu iç dengeyi korumaya çalışır. Yaşam deneyimleri, psikolojik, fizyolojik, bilişsel, duygusal ve ahlaki dengesizlikle sonuçlanabilecek dengesizlikler, raydan çıkmalar, motivasyon kaybı, yön kaybı vb. ile dolu olabilir. Örnekler çoktur. Sonuç olarak, insan dengesini sonsuza kadar koruyamaz. T. Aksoy’un dediği gibi “fiziksel, ruhsal, sosyal, estetik ve psikolojik denge ve dengesizlik, adalet, uyum ve ahenk ya da tam tersi kavramlar bizim için vazgeçilmez kavramlardır. Hayatta öğrendiğimiz ilk derslerden biri “dengemizi korumak “tır. Önce emekleyen sonra sıralanan bebekler, iki ayakları üzerine kalkıp dengelerini sağladıkları andan itibaren kendilerine güvenmeye başlarlar. Hayatımızda sosyal, fiziksel ya da ruhsal herhangi bir dengesizlik yaşadığımızda, bir an önce acı çekmemek ve alıştığımız “dengeye dönmek” için çabalarız. Bu anlamda denge metaforu hayatımızın birincil metaforlarından biridir ve yaşamın her evresinde bir karşılığı vardır.” Düşünsenize, yeni doğan bir bebeğin en büyük korkusu düşmektir, o nedenle o parmağa sıkı sıkıya sarılır. Girdiğini düşündüğü gözden düşmemek için insanın attığı akıl almaz taklaların örneklerini hatırlatmak istemem.
Bu yazıyı okuyan hemen herkes bir noktada umutsuzluk, depresyon, melankoli ve başarısızlık yaşamıştır. Demek istiyorum ki, her ne kadar hatayı, kusuru, yanlışı kendimizden azade etmeye çalışsak da hepimiz hayatımızda bize büyük fırsatlara mal olan yanlış adımlar attık, öyle değil mi? Yanlışlarımızın, hatalarımızın sonucunda hepimizin kalbi kırıldı. Adını siz koyun. Yine de, birçoğumuzun yaşadıkları “karanlık konulardan” oluşan bu ayrıcalıklı sınıfa girmesine rağmen hepimizin yaşadığı başarısızlık hata, yanlış hakkında açık yüreklilik ve cesurca konuşamamamız ne kadar ilginç. Bizi kendimizden uzaklaştıran modern kültür gereği her fotoğrafta gülümsüyor olmamız gerekiyor. Hayatta tam olarak nerede olduğumuz konusunda mutlu ve geleceğimiz konusunda heyecanlı olmamız gerekiyor. Ancak çoğumuzun yansıttığı bu imaj, içsel deneyimimizin gerçekliği değil. Bazı duyguları içimizde tutmamız ve onlar hakkında konuşmamamız gerektiği gibi bir algı var yaşadığımız bu dönemde.
Bir arkadaşımız bize gelip hayatın anlamsızlığı konusunda depresif hissettiğini söylediğinde ya da nihayetinde olaylar üzerinde kontrol sahibi olmadığı için umutsuzluğa kapıldığını söylediğinde, o kişiyi genellikle endişeli bir bakışla karşılamamız, onu rahatlatmaya çalışmamız ne kadar ilginç. Onları, gerçekliği gerçekliğin terimleriyle kabul ettikleri için kırılmış ya da başka bir şeymiş gibi düzeltmeye çalışmamız daha da ilginç. Anlatmak istediğim, arkadaşlarımız kendilerini kötü hissettiklerinde onlara yardım etmememiz gerektiği değil. Yani, yapmak istenilen buysa elbette yapmalısınız. Anlatmak istediğim bu olumsuz içsel deneyimlerin bazen insanlık durumunun bir parçası olduğu.
Gerçeklik hakkında konuşabilmemiz gerekmez mi?
Hata, kusur, yanlışlık olduğunda neden kırık bir vazo muamelesi yapıp tamir etmeye, düzeltmeye, kusursuz, hatasız hale getirmeye çalışıyoruz.
Yaşamda mutlu olmak için ne kadar rahat olduğunuz ya da başarısızlık veya trajedi yaşamayalı ne kadar zaman geçtiği çok önemli değil mi?
Oysa bu önemli değil.
Çünkü hayat eninde sonunda önünüze hayal kırıklığı, başarısızlık, kusur adına ne derseniz deyin bir şeyler çıkaracaktır. Çünkü hepimizin karanlık yönleri var. Toplumun bize genellikle halının altına süpürmemizi söylediği varoluşun karanlık, uygunsuz çirkin yönlerini halının altına süpürmüş olsak bile bu şeylerin hâlâ orada olduğunu, halının altında saklı olduğunu, ancak her zaman hâlâ mevcut olduğunu siz de biliyorsunuz.
Ve bir kusurunuz olduğunda bu duygularla rahatça başa çıkmak ister misiniz yoksa dikkat dağıtıp akılla üstesinden mi gelmek gerekir? Evet, tıpkı mantık yürütmek gibi dikkat dağıtmak da kısa vadede işe yarayabilir, ancak sorunu çözmez. Akıl sizi kesinlikle sakinleştirebilir. Akıl size korku ve melankoli duygularından geçici bir rahatlama sağlayabilir. Ancak, bunu yaparak kendinizi bir doktrine zincirlediğinizi ve hayatta sahip olduğunuz olasılıkları sınırladığınızı söylemek isterim. Aklın sınırı vardır ve akıl kavramla kavrar. Yani kavram zenginliğiniz kadardır aklın yapabilecekleri. Akıl hep kural koyar, sınırlar. Bu rahatsız edici duyguları yatıştıran bir aklın mı yoksa umutsuzluk duygusuyla dolu bir kişinin, diğerlerinin olmadığı bir şekilde hayat dolu olduğunu söyleyemez miyiz?
Demek istediğim, eğer başarısızlık, kusur, umutsuzluk ve melankoli zaman zaman yaşamın bir parçasıysa, o zaman bunlardan kaçmanın bir şekilde yaşamın inkârı ya da yadsınması olduğunu söyleyemez miyiz?