Doğum tarihi ve ölüm tarihi arasında geçen sürenin bir mezar taşına kazınarak öne çıkarılması bana hep garip gelmiştir. Hatta biraz rahatsız edici bulurum. Ölüm ve yaşamın iki farklı var oluş biçimi olduğunu bilsem de sanırım ölü ve ölümle ilişkim korku yüklü. Konuya geri döneyim: Sanki tüm önemli olan doğum tarihi ve ölüm tarihinin bilinmesi. Mezar taşı ölüme vurgu yapar yaşadığınıza değil. Diyelim ki 80 sene yaşadığını anlıyoruz mezar taşından. Ama asıl mesele bu insan gerçekten yaşadı mı?
Öyle değil mi?
Siz herhangi bir mezar taşında öldü iması yerine yaşadı ifadesine denk geldiniz mi?
Buna verecek bir cevap arıyorum.
Mezar taşına baktığımız insan, küçük dağları ben mi yarattım dedi tüm ömrü boyunca yoksa aşk engel tanımaz mı dedi; kimseyle göz kontağı kurmadan mı geçti yanlarından; emir almak istemiyorum; bir daha gelsem dünyaya; enseyi karatmayayım; kibrimden dolayı yalvaramadım mı acaba? Ölmeden önce korkmuyorum diyebildi mi, temel duygusu neydi, şükran mıydı? Sevdim ve sevildim, bana çok şey verildi ve karşılığında ben de verdim diyebildi mi mesela. Apartman yönetimine dahi katılmazken memleket şöyle böyle yönetilmeli ahkamları kesti mi acaba? Hayatlarına dokunduğum ve hayatıma dokunan insanlar oldu diyebildi mi mesela? Müthiş bir tecrübe yaşadım diyebildi mi? Yoksa keşkeleri mi vardı? Mesela keşke bu kadar çalışmasaydım; keşke gerçek duygularımı açıklayacak cesaretim olsaydı, keşke daha mutlu olmama izin verseydim? Durmadan kurulan yeniden yeniden dağılan şu alemde ne dedi, düşündü ve nasıl geçirdi ömrünü? Sabah zambakları gibi toplanmayı mı bekledi acaba?
Önde değişmeyen ve hiçbir zaman değişmeyecek yapısıyla Atlas insan, onun önünde ise her daim değişen bulutlar ve manzara.
İnsan hep aynı. Yaşamın değişmezleri pişmanlıklar, keşkeler, korkular, vazgeçmeyi bilmemeler, bırakamamalar da aynı.
Ne geldiyse başına bırakamamaktan mı geldi acaba? Bu yanlış bir ifade oldu sanırım. “Vazgeç” derken mücadele etme anlamında anlaşılmasın, vazgeçmekten kastım nerede bırakacağını bilmek.
Kaç gere geçti “bırakmak” bu mezardaki insanın kafasından acaba? İşini, huylarını, alışkanlıklarını, makamını, aklını, kendini ve özellikle de acılarını… Bu düşünce geçtikçe ve eylemi gerçekleştiremedikçe bir salyangozun spirali gibi “kıskaç içinde kalma, kilitlenme” hissi büyüdü mü acaba? Yoksa Nazım gibi mi düşündü ve dedi ki: “Her sabah bir çocuk uyanır içimde. Her şeye inat gülümseyerek. Umursamadığımdan değil, duyumsadığımdan hayatı.”
Oysaki bırakmamak her şeyin sonu olduğu gerçeğinin inkarıdır. Ancak;
İnsan bırakamaz çünkü el alem ne der.
İnsan bırakamaz çünkü o yenilmezdir.
İnsan bırakamaz çünkü kaybetmekten korkar.
İnsan bırakamaz çünkü yetersizdir.
İnsan bırakamaz çünkü ihtiyacı vardır.
İnsan bırakamaz çünkü takıntılıdır, hırsla tutkuyu birbirine karıştırır.
İnsan bırakamaz çünkü kararsızdır.
İnsan bırakamaz çünkü hayatla inatlaşmaya bayılır.
İnsan bırakamaz çünkü sahip çıkmayla sahip olmayı karıştırır.
İnsan bırakamaz çünkü emanetle mülkiyeti birbirine karıştırır.
İnsan bırakamaz çünkü tiryakidir.
…
Ve başına ne gelirse vazgeçemediğinden, bırakamadığından dolayı gelir. “Vazgeçmek aslında bir erdemdir” diyor Elif Şafak. “Vazgeçebilmek insanın önemini kolayca kavrayamayacağı çılgınca güzel bir erdemdir. Gençken bunu başarmak daha zordur. Ama öyle gençler var ki yaşlılardan daha bilge, o başka. Geri kalan çoğumuz yıllar geçtikçe vazgeçebilmenin değerini anlıyoruz. Hayat bize öğretir. Hayat ve kronik hatalarımız. Bazılarımız asla öğrenemez. Dersimizi almayız. Yarın da dünün aynısıdır. Genellikle pes etmenin bir zayıflık işareti olduğunu düşünürüz. Hatta bir tür korkaklık, neredeyse çaresizlik. Ancak ben bunun tam tersi olduğunu düşünüyorum. Sadece kendine güvenen, güçlü bir karaktere sahip ve komplekslerinden arınmış insanlar vazgeçmenin erdemini fark edebilirler. Bu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu aslında vazgeçmediğimiz için yaşıyoruz. Israrcılığımız ve inatçılığımız yüzünden. Takıntılarımız yüzünden. Saplantı ile tutkuyu sürekli karıştırıyoruz ama ne kadar farklılar. Ne kadar zıtlar.”
Mezardaki neden korkuyordu acaba? Bırakmaktan yoksa bırakamamaktan.
Bırakmanın bir fikirden karara dönüşmesi zaman alır. İlk tohum içine düştüğünde konuyu etraflıca düşünmediğini, biraz daha vakte ihtiyacı olduğunu düşünür. Bir kaçma taktiğidir bu ve kullanılan dil genellikle “o” dur. “O yaptı, o söyledi, o başlattı…” “Asla”ya yakın bir kesinlikle “ben” demek yoktur. “Ben yaptım, ben neden oldum, ben başlattım ya da olan olayın ortak bir ürün olduğu idraki henüz yoktur. “Biz yaptık, karşılıklı neden olduk…” Kafada diğerini suçlama ve sonrasında kendini haklı çıkarma hazzı doludizgin coşkudadır. Zaman geçer, bırakamamanın maliyetleri artar. Bu bazen beklenmedik bir hastalık, bazen, umulmadık bir kayıp olur. Ama her “vaz geçememe” tahrip eder.
Bırakamadığı şey aslında “bağımlılıktır”. Tiryakisi olduğumuz şeydir bu. Bağımlılığa bağımlıyız ne de olsa! Bizi biz yapar bırakamadıklarımız.
Bağımlılığımızı bırakamamak bir şekilde kendimizi bırakmaktan, ben olmaktan korkmaktır. Diğerini bırakamamanın nedeni onun iyiliği için değil kendi iyiliğin içindir. Merak etme o sensiz de yapar. Asıl soru sen onsuz yapabilecek misin?
Bağımlılığın en sinsi yönü nedir bilir misiniz, bu gerçeğin farkına varamamak.
Bağımlılığın nedenleri ise oldukça eskilerde saklı. Giderilmemiş, bastırılmış ihtiyaçlar. Kim bilir örtünün altında neler neler var…
Bu arada çoğumuz mutsuzluğa bağımlı olduğumuzu görmezden gelerek yaşarız.
Ama en çok da acıyı bırakamamak acılaştırır hayatı, çünkü acıyı bırakmamak çözmekten daha kolaydır.
Hellinger’in dediği gibi her insanın içinde birden fazla beden ve bu bedenlerden en hayati olanlarından biri de acı beden. Bedenden kastım enerji alanı. Beyin sapasağlam ama zihin çarpık. Geçmişi, geçmişte olanları bırakmakta zorlanıyoruz, hatta zihnimiz üstüne sanal, olmayan yükler, anlamlar yüklemeye devam ediyor. Acı beden fiziksel bedenimizde yer alan, ara sıra uykuya dalan ama tetiklendikçe uyanıp ortaya çıkan, acıktığında zihnimizi ele geçiren, acılardan dertlerden beslenen bir enerji alanı. Hepimizde olduğu aşikâr. Kimimizde daha yoğun kimimizde daha hafif etkileri var. Acı beden yemek yemeyi sever. Doymadan uyumaz. Ya aktiftir ya uykudadır. Duygusal açıdan acı olan şey onun yemeğidir. İnsanın olumsuz düşünceleri sevmesinin nedeni acı bedenin bu olumsuzluklardan beslenmesidir. Mutsuzluk bağımlılığıdır diğer adı. Acı genelde olanı olduğu gibi kabul etmeye yaklaşmamaktan, direnmemekten kaynaklanır. Acı beden oyun oynamayı senaryo üretmeyi de sever. Çektiği acının gereksiz olduğunu göremeyen bazı insanlar tamamen uykuda olmayan acı bedene sahiptir. “Gülümseyebilirler ama her an altında yatan mutsuzluk duygusunu hissedebilirsiniz. Sanki karşılarındakini suçlamak, mutsuz olacak şeyler bulmak, şikâyet etmek, önemsiz konuları büyütmek için hazır bekliyor gibidirler. Acı bedenleri sürekli açtır ne yazık ki. İçlerinde taşıdıkları acının farkında olmayan bu insanlar, acıyı olaylara ve durumlara yansıtırlar. Hayatlarını acılaştırırlar.
Evet mezar taşına geri döneyim.
Mezar taşı öldüğünü söyler de yaşadığını bir türlü söylemez. Ama asıl mesele “yaşadı” değil mi?
Sevdim ve sevildim, bana çok şey verildi ve karşılığında ben de verdim diyebildi mi mesela.